İtiraf ve İtirazın Hayata Geçmesi…
Yazdığımız cümlenin üstünü kapatıp yanımızdakine verirdik kağıdı, o da bir cümle yazar yanındakine iletirdi… Herkes yazdıktan sonra -tabii ki kimse bir öncekinde ne yazıldığını bilmediği için- açılan yazılar ilginç olurdu; keyif verirdi.
Bu kez, bu oyunu Selahattin Demirtaş ile Yiğit Bener oynamış… Bildiğiniz gibi biri içeride, diğeri dışarıda iki yazar. İki karaktere hayat vermişler ve sadece onların değil hepimizin aklından geçeni kitaba dönüştürmüşler. Paralel öyküler çok var, hemen hatırlayacağınız, ama bu yayınevinin de söylediği gibi “dünyada ilk”. Hemen baştan söylemek gerekir; akıcı bir dille anlatılanlarda merak üst düzeyde, kasap çengeli soru işaretleri her sayfada büyüyor, daha da önemlisi, son kırk yılın muhasebesiyle kendinizinkini karşılaştırma olanağı sunuyor… bir de finali var ki… ters köşe.
İki yazar, iki karakter, bütün herkes…
Siyasetçi olarak tanıdığımız, haksız, hukuksuz ve bir proje doğrultusunda yıllarını dört duvar arasında bir arkadaşıyla geçiren; ancak yıllar içerisinde ketılla twit atmayı başararak edebiyatçı olduğunu kabul ettiren Selahattin Demirtaş bir yanda… (her şerde bir hayır vardır diyesi geliyor insanın; edebiyatın siyasetten daha yaygın olduğunu ve aslına bakarsanız çok daha etkin olduğunu anladık… yine de hayır! her türlü hayır! kimse haksız ve hukuksuz cezalandırılmasın!) Ondan, yaşça çok daha büyük, ama 12 Eylül sonrası zorunlu sığınmacı olan çevirmen yazar Yiğit Bener diğer yanda.
Birbirleriyle hiç görüşmemişler, yazışmışlardır muhakkak, ama birbirlerini kesinlikle tanıyorlar hem de büyük dost olarak. Bir kitap yazma fikri kimden çıkmış, bilmiyorum ama biri bir karakteri, diğeri öbürünü yazmış… Bir uzlaşma sağlamışlar ve alabildiğine güçlü bir roman çıkmış ortaya.
Biri devrimci, diğeri işkenceci iki karakter 12 Eylül karanlığından tanıdığımız. İkisi de yenilmişlik duygusunu taşıyor ve yenildiğini kabul ediyor… devlet yanlısı “faşist ve işkenceci” de, devleti yıkmaya karar vermiş, devrimci olan da… Karşı karşıya gelmişler, kitapta çok önemli ve alabildiğine ilginç bir bölüm var onları bir araya getiren. Tartışıyorlar, hatta ağız dalaşını da aşan kavgaya ramak kala nefret kusuyorlar. Karşısındaki, kendisinin geçmişiyle ilgili bir şey söylediğinde kalkanlar hemen kalkıyor ve itiraz başlıyor. Her ikisi de tanıdık bir duygu… Tanıdık, çünkü hemen herkes aynı şeyleri düşünüyor şimdilerde. Tabii ki, roman karakterlerinin yazarının da izniyle bırakın dile getirilmesini, akıldan bile geçirilmesi çok güç olan düşünceleri aktardığını söylemeliyiz. Yani roman karakteri, bırakın romanda kalsın. Siz, ey okur, uygunsa sizin düş(ünce)lerinize, üstüne koyabilirsiniz kuşkusuz.
12 Eylül’ü yaşayanlar artık çok yaşlandı, gençler devraldı yaşamı taşımayı… Buna da bağlı olarak gençler de var romanda. Biri Kürt bir genç kız, diğeri kendisi gibi olmasını istese de başaramamış devrimci babanın büyük değerler biçtiği ve beklentisi yüksek oğlu.
Sahi, okurken siz de televizyonların “sürahi bardak” denilen o herşeyibilenuzmankonuklarını anımsayacaksınız… Taraflardan biri olmadan yapılan o tartışma(!)larda, o tarafın yerine kendileri fikir yürüten insanların yaşamda da var olduğunu göreceksiniz. Kürt konusu açılıyor, tartışanlar Kürt olmadıkları gibi kulaktan dolma bilgilerle ve kesinlikle kendilerine yontarak konuşuyor. Kürdün söz hakkı yok. Genç kız, bu gerçeği (iki taraf için de acı gerçek tabii) yüzlerine vurunca apışıp kalıyorlar. Evet, sizin de evinizde, iş yerinizde, okulda, kahvede, sokakta, parkta tartışmalarınız böyle sonuçlanmıyor mu? “Kürt anasını görmesin” düşmanlığının sonu gelmeli artık.
Yaşamımızın özeti…
12 Eylül’de gözaltına alınmış, işkence görmüş, dahası yaşamı geçirdiği travmalarla altüst olmuş biri farklı bakarken; 12 Eylül’de işkence yapmış, “devletin bekası” için birilerini öldürmeyi bile göze almış iki karakterin muhasebesi bir bakıma yaşamımızın özeti. 12 Eylül’le sindirilen toplumsal muhalefet (siyasi muhalefet de) aradan geçen neredeyse iki kuşaklık zamana karşın üzerlerindeki ölü toprağını atamamış, silkinip kalkamamış ayağa. Tabii ki, devletin, yasaların ve neoliberalizmin katı kuralları doğrudan ayağa kalkmaya izin vermese de, bir hareketlilik olmalı; olmalı değil mi, siz de öyle düşünmüyor musunuz?
Onca yılda bir Zonguldak işçisinin Ankara’ya yürüyüşü, bir de Gezi Direnişi var ele avuca gelen. Somalı madenciye tekme atan taltif edildi, “siz öldürün, ben sizi çıkarırım, istim arkadan gelsin” diyen hâlâ dokunulmazlığına saklı. Maraş’ta, Çorum’da, Tariş’te öldürülenlerin kanı kurumadan Sivas’ta aydınlar yakıldı… Osman Kavala’dan Can Atalay’a, Mücella Yapıcı’dan Çiğdem Mater’e, Mine Özer’den Tayfun Kahraman’a suçsuzlar haksız cezalara çarptırıldı; kimse, ama kimse ayağa kalkmadı (Arkadaşlar, bireysel itirazlar tabii ki çok önemli ve çok anlamlı, ama toplumsal bir tepki ne DİSK’ten geldi ne TMMOB’den ne de Baro’lardan… Biliyorsunuz, hepiniz içindeydiniz, “DGM’yi yıktık, sıra MESS’te” çapında bir eylemlilikten söz ediyorum).
Siyasi iklim, devlet aklı…
“Arafta Düet”in en can alıcı cümlesi, “siyasi iklim ve devlet aklı”, büyük küçük, kadın erkek hepimizi -kimse kusura bakmasın- etkisi altına almış, ele geçirmiş… Burada bir istisna kadınlarla LGBT+ bireylere, çünkü onlar erkek egemen inanışa ve erkek egemen devlete her geçen gün daha da güçlenerek ses çıkarıyor, itiraz ediyor, tepki gösteriyor.
Romandaki iki karakter, geçmişten taşıdıkları yanlışlarını itiraf edemeseler de itiraz ediyorlar. İktidar yanlısı milliyetçi ve siyasal İslamcılar, herkesin bildiğini gizlemekten gocunmuyorlar, ama roman karakterlerinin gördüklerini anlat(a)maması için devletin silahlı ve zorba gücünü hissettiriyorlar. Bir dönem sonra da böyle mi olacak diye sormadan edemiyor insan.
İşkenceci karakter Ayvaz Dere, çok rahatlıkla solcuları suçluyor romanda; “devrimciler ayaklanmasaymış, bunlar olmazmış. Hem zaten solcular da fraksiyon kavgasına düşüp birbirlerini öldürmüşler. İşkenceler ve idamlar haklı görülebilirmiş.”
Devrimci karakter, Sinan Çağlayan, avukatlığının da etkisiyle, devletin ta başından beri haksız, hukuksuz insanlık dışı yaptıklarını (Ermeni tehcirinden, Kürtlerin topluca öldürülmelerine) sıralayıp da özellikle dil ve toplumsal yaşama karşı dayatılan yasakları söyleyince söyleyecek sözü kalmıyor işkenceci generalin.
Akıcı dili, güçlü betimlemeleri, en küçük ayrıntıyı bile kaçırmamasıyla güçlü bir roman “Arafta Düet”. Sizler de merak ettiyseniz, özellikle de ilginç bir sonuçla karşılaşıp tüm yorum ve düşüncenizi yeniden başa sarmayı düşünüyorsanız, tam size göre. Son sözü yazar Demirtaş söylesin: “Toplumun uzun yıllardır karşı karşıya olduğu bu zulüm düzenini dayanışma ve mücadele ile hep birlikte aşacağız.”
- Dayanışmamızı sokak hayvanlarının katledilmesine izin veren yasaya karşı da gösteriyoruz, hiçbir canı öldürtmeyeceğiz!
- #AçıkRadyo sesimizdir, haberleşme özgürlüğümüzü koruyacağız! Açık Radyo’nun susturulmasına asla izin vermeyeceğiz!
Arafta Düet
Selahattin Demirtaş, Yiğit Bener
Roman
Dipnot Yayınları, Haziran 2024, 156 s.