Siyah beyaz bir fotoğraf… Üç kardeş, bir dayı… Dayı ortada dimdik duruyor. 70’lerin yakışıklı, genç sosyalisti… Abi bütün vakurluğu ile yanda, ayağını koymuş merdivene, o da dimdik duruyor. Abla kareli elbisesi perçemli saçlarıyla diğer yanda biraz mahcup; ama çok sevimli…Küçük kardeş ortada sandalyede. Küçük zira; masum…
Perçemli kısa kestirirdi saçlarını annesi. Kısa saçları yüzündeki o meraklı gözleri daha bir çıkarırdı ortaya.
Kambur yürürdü ergenliğe geçtiğinde. Çünkü göğüsleri çıkmıştı artık ve göğüsler ortaya çıkarılmayacak kadar günahtı. Çünkü kimse Tiresias’ın Memeleri gibi memelerini havalara uçuramazdı.
Ağabeyinin peşi sıra giderdi okuluna. Ağabeyine, “Senin erkek kardeşin mi var?” diye sorardı arkadaşları. Saçları kısaydı ya, erkek gibi de yürürdü. Gibiydi çünkü erkek. Erkek tam olmayandı. Benzetme edatıydı erkek. İçten içe gururlanırdı erkek gibi olmaktan.
Hayatı kaygıları ile mükemmel olma arzusu arasında gitti geldi. Çok düzenliydi, çok başarılıydı, çok usluydu. “Us” ona akıl olarak değil de sakinlik olarak sunulmuştu. Okurdu, ders çalışırdı. Ama buyrukların içinde buyrulur, buyruksuz olmaya dayanamazdı. O yüzen sen bilmezsin biz senin yerine karar veririz diyen büyüklerine bıraktı bütün kararlarını.
Onu münasip gördükleri bir kısmetle baş göz ettiler. Başı gözü yarıldı ilk başta. Sonra bedeni yoruldu. Çok fazla unutması gereken şey birikti yıllarında. Sonra göstermemek için kambur yürüdüğü göğüslerinden oldu. Sonra unutması gereken şeyleri unuturken ayakkabısını hangi ayağına giyeceğini de unuttu. Usun us-suzluğu içinde sıkıştı kaldı. Bir erkeğin canlı cenazeye çevirdiği kadınlardan biriydi sadece.
Bir beden vardı ortada aynı o; ama ondan geriye kalmamıştı hiçbir şey. Onu tanıyanlar onun bu haline alışmakta çok güçlük çektiler, nitekim alışamadılar da. Ve tek başına kaldıklarında biraz da suçladılar kendilerini. Çünkü ortada kötülük bangır bangır bağırırken susuluyorsa bu durumda herkes kötülüktü.
Hani bir film izlersiniz bir sonu vardır; hani bir kitap vardır biter; hani bir müzik dinlersiniz; plak durur ya kadın zulmünün sonu yok bu ülkede. Biri bitmeden diğeri başlayan pek çok zulüm var. Yaşamaktan yoruluyor kadınlar burada, hiç yaşamadan hem de…
Bir parmak var hep üzerine dikilen. Bir suçlu gibi, bir işaret gibi, bir tehdit gibi, bir azarlama gibi… Her şeyin sorumlusuyken hiçbir şeyin sahibi olamıyor; en çok da kendi hayatının… Anne oluyor, eş oluyor, kadın oluyor ve sonra “hiçbir şey” oluyor. Toprağın altından daha çok toprağın üstünde yürüyor cesetler. Ve bu cesetlerin önünde bir erkek, ardında bir yığın kadın/erkek oluyor.
Sonra bir gün… Bu kadar kötülükle baş edemeyen zihin her şeyi bırakıyor: düşünmeyi, muhakeme etmeyi, yorumlamayı…
Kocaman camdan kapıları olan odalara kapatılmışız hepimiz. Çıkmak istedikçe kafalarımızı yarıyoruz o kapılarda. Kimimiz aklımızı kaybediyor, kimimiz yüreğimizi… Üstelik kapılar kilitli de değil; dışarıya doğru açmamız gereken kapıları içeriye doğru açmaya çalışıyoruz.
O kısa saçlı, meraklı gözleri olan o sevimli kız çocuğu, o usunu us-suzların insafına bırakan kadın var ya o benim ablam.. Son kontrolünde doktora bu hastalığın tedavisi var mı diye sorduğumda doktor, “Yok!” dedi. Peki “ilaç” dedim, hastalığın ilerlemesini durdurmak için bir reçete var, dedi.
O gün doktordan çıktıktan sonra o sokakları hatırladım. Yıllar evvel ablamla o sokaklarda güle oynaya yürürdük. İkimiz de üniversite öğrencisiydik. Sokaklar değişmişti. Vitrinler, giysiler, insanlar.. Ama o sokağın ruhu değişmemişti. En çok da ablam değişmişti. Sonra bana tanıdık gelmeyen bir mağazanın vitrininden ablamla bana bakarken düşündüm:
O gün, o yıllarda bütün bunları engelleyecek güçteydim belki de. Camdan kapıyı açmam için birkaç kelleye de ihtiyaç yoktu Sabahattin Ali’nin “Sırça Köşk”ündeki gibi. Sadece kapıyı dışarıya doğru açmam yetecekti. Bugün bu camekânda belki de bana çok tanıdık gelen ama hiç tanımadığım bu insana abla demek zorunda kalmayacaktım.
DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜN kutlu olsun abla. Biliyorum hastalanmadan evvel de bunu kadınlar günü diye kutlar emekçi kısmını es geçerdin emekçi olduğunu kabul etmeden. Sana göre bu buyruksuzluktu. Ama öyle olmasaydı belki de o kapıyı dışarıya açmayı deneyebilirdin.
Yine de hepimiz kötüyüz bu durumda yine de hepimiz suçlu.
Bulduğumuz her reçeteyi her hastalığı tedavi eder sanıp birbirimize vermeye kalktığımız için suçlu.
Yanı başımızda yaşanan şeyleri görüp de sustuğumuz için suçlu.
Kendi hayatımızı bir başkasının vicdanına teslim ettiğimiz için suçlu.
“Kız kardeşiz” anlayışıyla birbirimize kucak açıp sonra O’cu, Bu’cu, Şu’cu diyerek birbirimizi kucaklarımızdan ittiğimiz için suçlu.
Eril zihniyeti eleştirip içimizde yaşayan eril kadını öldürmediğimiz için suçlu…
O yüzden biz, “HİÇ KİMSE” olmadan “HEPİMİZ” olmayı öğrenmek zorundayız.