"En çok da canımı ne yakıyor biliyor musunuz? Onlarca genç insanın yaşamdan, insandan, ülkeden ümidini kesip intihar etmesi."
Kim olduğuna karar vermekte sıkıntı çeken bir toplumuz biz. Çünkü kim olduğumuz sorusuna cevap ararken aklımız hep kim olacağımız sorusuyla karışıyor. Kim olacağımızı düşündüğümüzde ise kim olmak istediğimiz sorusu peşimizi bırakmıyor. Bize göre birey olmak; tek başına karar vermek, kişisel ihtiyaçlarımızı karşılamak demektir. Başımızı sokacak bir evimiz, karnımızı doyuracak paramız ve kararlarımızı verecek akli dengemiz varsa birey olmak için yeterlidir. Diğer meseleler boyumuzu aşar ve bizim yerimize başkaları pekâlâ düşünebilir.
Biz eli kalem tutanlar çoğunlukla girdabında boğulduğumuz ülke meselelerinde hep bir inisiyatif alma, taşın altına elini sokma sevdasına düştük, taşın altında ezilmek pahasına hem de. İdeolojilerimiz bizi Musa’nın Kızıl Denizi ayırması gibi ayırdı ikiye, üçe, dörde… Oysaki deniz aynı kirlilikteydi. Haksızlığın, hukuksuzluğun, sağı solu, önü arkası, aşağısı yukarısı var mıydı sanki?
Teker teker toplatıldık, teker teker hapsedildik, topyekün ötekileştirildik. Mahalle mahalle ayrıldı düşüncelerimiz, inançlarımız, yaşam biçimlerimiz.
Yönetenler her şeyin içini boşaltarak başladı yok etmeye. “Dindar ve kindar nesil” söylemini ağızlarına pelesenk edenler dindarı ve kindarı yok etti önce. Dinin alakasız dehlizlerinde kayboldu dindarlar. Kindar, kin duyacak bir düşman bulamadı kendine. Bizden olmayan teröristtir dendi sonra. Ve bizler o çok öcü olan terörist sözcüğünü günlük hayatta birbirimizle alay etmek için kullanır olduk. Çünkü bizim için artık bir kıymeti harbiyesi kalmamıştı bu çirkin ithamın.
Bir ederi bir değeri vardı “hanımefendi” nin. Hanımefendi dediklerinin hiçbir titri olmamasına rağmen bir salon dolusu doktora sağlık(!) semineri vermesiyle yitirdi erdemini. Hadsizlik birçok insanda birçok mekânda vücut buluyordu artık.
Heykellere tükürdük. Müzikleri yuhaladık. Tiyatroları kapattık. Sanat sepete girdi, bilim çuvala. Akademisyenler bozuk plak gibiler artık. Okullar maarif oldu ama arif artık bir hademe ismi okulda.. İlim irfan da kahvede 101 oynuyordur kanımca.
Yüzbinlerce kişinin “Durun! Bu böyle gitmez! “ diyerek sokağa çıkmasını “bir ağaç meselesi”ne bağladık. Şimdilerde gözaltına almak istediklerini o “bir ağaç meselesi”ne bağlıyorlar.
Sanatın, siyasetin, yargının , okulun, hastanenin mafyası var artık. Biz mafyayı uyuşturucu satan takım elbiseli haydutlar bilirdik, şimdi karşımıza belediye başkanı, dekan, okul müdürü, hakim, bakan olarak çıkabiliyor artık.
Bir bir topluyorlar insanları. Bir zamanların terörist başı şimdinin barış güvercini olabiliyor. Ama diğer taraftan bazı teröristler(!) hala iş başında.
Peki birtakım büyük adamlar(!) -çünkü bu insanlar ülke yönetiyorlar büyük olmasalardı ülke yönetemezlerdi- kapalı kapılar ardında şapka ya da takke ya da her neyse önüne alıp düşünüyorlar mı acaba? Bir yerlerde yanlış giden bir şeyler var ve bunda bizim payımız olabilir mi diye? Hani belki de dış güçler o kadar da dış değildir belki de iç dış birbirine girmiştir ve hep karşı mahallede yoktur kabahat; belki de bizim çocuklar topu patlatmıştır diye?
Sorduğuma bakmayın. Siyasette insani değerlerinin bir hükmü olmadığını, ölümün doların dalgalanmasına bırakıldığını, büyük balığın küçük balıkları ya tek seferde ya da dişlerinin arasında bölüp parçalayarak mideye indirdiğini bilecek kadar okuyor ve tanık oluyorum.
Sadece ekranların önündeki insanların haberleri izlerken duydukları o hislerin gerçekliğinden emin değilim.
Katliamlar ülkesi olmuş ülkemin neden her haberle dertlendiğini anlamıyorum. Madende insan ölmüş: Fıtrat. Depremde insan ölmüş: Kader. Adam karısını öldürmüş: Namus. Yangında insan ölmüş: Nasip diyip rahatlatmıyor muyuz içimizi? Bizim payımız yok mu bu yaşanılanlarda?
İnsanı kendi hapishanelerine mahkum eden bu düzen daha büyük hapishanelerle korkutuyor insanları. Bir insan istediğini yiyemediği, istediğini giyemediği, istediği yere gidemediği sürece hapishanede değil midir? İstediğim zaman gökyüzüne bakma özgürlüğüm var dediğini duyar gibiyim. Ama bir düşün bakalım gökyüzüne gün içinde kederden bakmadığın kaç dakika var acaba?
En çok da canımı ne yakıyor biliyor musunuz? Onlarca genç insanın yaşamdan, insandan, ülkeden ümidini kesip intihar etmesi. Bu o kadar kolay alınacak bir karar olmasa gerek! Bu gençleri bu çukura yollayan koca bir halkın sorumlu olduğunu düşünüyor her intiharın bir cinayet olduğunu biliyorum; milletçe maktulün ırzına geçilerek yapılmış bir cinayet hem de…
Sanırım artık bir sınır çizmek lazım hayatla bizim aramıza, bizimle diğerleri arasına, bizimle bizim aramıza. Ve karar vermek ve hesap sormak.. Ama önce kendimize sormak hesabı.
Waldo, sen neden burada değilsin? *demek sonra.
Sonra da şu cümleyi kurarak yaşamak:
“Ben öyle bilirim ki yaşamak
Berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır. “**
* Herry David Thoreau, ABD’nin Meksika’ya yürüttüğü emperyalist savaş sırasında konan nüfus başına vergiyi “ ödediği dolar bir adamı öldürmek üzere, başka bir adam ya da tüfek satın almaya yaramasın” gerekçesiyle vermeyi reddedince bir gece hapis yattı. Kendisinden on dört yaş büyük olan ve bir çok özgürlükçü düşünceyi kendisiyle paylaşan Ralph Waldo Emerson telaşla arkadaşını görmek üzere onun hücresine girdiğinde aralarında şöyle bir konuşma geçer:
- Henry, neden buradasın*
- Waldo, sen neden burada değilsin?
** İsmet Özel