Kendimi korumak için iyice küçülttüğüm dünyamdan birtakım mecburiyetler sebebiyle insan içine karıştığımda beni görenlerden sıklıkla duyduğum bir cümleyi koydum başlığa. Çünkü bu cümlenin sadece bana söylendiğini düşünmüyorum. Günlük hayatın içinde birbirimize söylediğimiz ama çoğu zaman aynada kendimize bakıp tekrarladığımız bir cümle bu. Düşün bakalım sen kendine hiç mi sormuyorsun bu soruyu. Eğer sormuyorsan ülkemdeki ortalama insandan çok uzak olmalısın. Ya da kendine soru sormayı çoktan bıraktın.
Bize bir şey oldu. Yaşamıyoruz sanki artık gün dolduruyoruz. Geleceği düşünmüyor oyalanıyoruz. Nefes almak dışında yaşam belirtisi göstermediğimiz anlarımızın sayısı git gide artıyor. Kendimizi unutmak için umut etmeyi, canımız yanmasın diye kırılganlığımızı vefasızlıkla baş edemeyeceğimiz için fedakarlığı, hayal kırıklığından korktuğumuzdan çabalamayı bir bir unuttuk. Başarmak beyhude bir çabadan, çalışmak mecburiyetten, yaşamak nefes almaktan ibaret oldu artık. Yalnızlığımız hevessiz, kalabalıklarımız tekinsiz ve olduğumuz her yer güvensiz. Artık keyif almıyor, şaşırmıyor, kaygılanmıyor ve en önemlisi de utanmıyoruz. Farkındalığımız artmasın diye görmezden gelme yollarını buluyor. Kendimizi duymayalım diye telefonlara gömülüyor, kendi hayatımızı sorgulamayalım diye başka hayatları anlatan filmlere, dizilere, sosyal medyaya dalıyoruz.
Görmemek, unutmak, hızlıca geçiştirmek tek çaremiz olmuş gibi. Artık kendimizden kaçmak da mümkün değil kendimize dönmek de…
Kim bilir belki de sadece hatırlamaya ihtiyacımız var. Çünkü insan unutursa değil hatırlarsa iyileşir. Bu kadar yükün altına girmeden önce nasıldık? Bu dünyayı bu kadar kim kirletti? Ne zaman vazgeçtik yaşamaktan, umut etmekten? Cesaretimizi ne zaman yitirdik.? Elde olan bu ‘mecbur yaşayacağız’ çaresizliğini ne zaman kabullendirdik kendimize? Ne zaman yaralandık? Yaralarımız sarılsın diye hangi acımasızlara gösterdik yaralarımızı? Bu kadar bencil ve öfkeli olmayı ne zaman öğrendik? Ne zaman yaşadık? Ne zaman öldük?
“İnsan bir kere ölür” der Ümit Yaşar ve ekler “her gün ölen umutlarımızdır içimizdeki”
Yaşamınız boyunca kaç ölüm gördünüz, bir insanın kaç kere öldüğüne şahit oldunuz kim bilir. Her gün bir masumun katledilme haberlerini kanıksadığımız bu coğrafyada ölüme yabancı kimse kalmadı aramızda. Kimimiz çok yakınımızda, kimimiz uzakta, kimimiz haberde, kimimiz yolda buluyoruz ölümü.
Benim ölümle teşriki mesaim çok gençken başladı mesleki zorunluluktan. Ölümden önceki son durak dediğimiz yoğun bakım servisinde 6 yılım geçti. Sayısız ölüme birçok yeniden doğuşa şahit oldum. Bu kadar ölümden bahsedince sekiz defa kalbi durmuş sekiz defa tekrar çalıştırılmış altmışlı yaşlarda olan bir erkek hastamız geliyor aklıma. Adam 8 defa ölmüş 8 defa dirilmişti tabiri caiz ise. Daha önceki krizlerine şahit olmuş, yeniden doğmasına yardım etmiş çalışma arkadaşlarımız tarafından devamlı müşteri gibi karşılanmıştı 8. defa kalbi çalıştırılmış olarak servise yatırılırken. Hikayesi efsane gibi görünüyordu bize. Nice genç hastaların tek defa duran kalbini onca çabaya rağmen geri döndüremediğimiz olmuştu çünkü. Tüm tecrübelerimize, tıptaki gerçeklere rağmen 8 defa kurtulmuş olması biz de de onda da durumun ciddiyetinin diğer hastalar ile aynı seviyede olmasını engelliyordu adeta. Herkes bu adam yine yırtar bakın görün diyordu birbirine.
Öyle de oldu. Sekiz defa çalıştırılmış kalbi olan adam 8. günün sonunda ayağa kalktı. Yoğun bakımın komada olan hastalarının arasında gezinmeye dahi başladı. Ölüme meydan okuyan gereksiz özgüveni ve bana bir şey olmaz lakaytlığı ile sanki hiç ölmemiş gibi daha önceki ölümlerinden ders almayarak sigara içmeye bile kaçtı. Tedavi saatlerinde yalvararak verir olduk ilacını. Riskin devam ettiğini bir türlü anlatamadık, bana bir şey olmaz diyen Don Kişot’umuza. Doktorlar vizitte ertesi gün taburcu edilmesine karar verince “yarın çıkacağım artık buna gerek yok” diyerek kolundaki damar yolunu söktü. Nöbette olanların hepsi en az bir kere çıkana kadar yoğun bakım şartlarına uygun davranması gerektiğini, kendine dikkat etmesi gerektiğini anlatmaya çalışsa da başarılı olamadı. Herkes 60 yaşında büyümemiş bir çocuğu terbiye etmeye çalışan ebeveynler gibi birer birer vazgeçiyordu anlamak istemeyen adama laf anlatmaya çalışmaktan. Nöbettekilerden biri de bendim. Ve o nöbette sabaha kadar yatağına yatmadı adam. Arada bahçeye çıkıp geldi. Çok yoğun bir nöbet olmasına ve çok daha ciddi durumda olan hastalardan bitap duruma gelmiş olmama rağmen bir yandan adamı gözlemlemeye çalışıyordum. Arada yanına gidip yokluyordum. Sabaha karşı yanına gittiğimde adamın saçma sapan konuştuğunu fark ettim. Sözleri tutarsız, zaman mekândan bağımsız idi. Tanıdığımız adam için bunlar normal gibi görünse de beni rahatsız eden bir şey vardı. Kötüleşiyor muydu acaba? Bu şüphe ile “amca hadi yatağına yat” diye uyardım. Fakat uyarımı umursamaz tavrı ve öfkesi ile yanıtladı. Yorgundum hem de çok yorgundum. Kafamda dolaşan “bunla mı uğraşacağım, ne hali varsa görsün” sözlerine rağmen içimde oluşan o hisse güvenip “kötüleşiyor olabilir, sen üzerine düşeni yap” diyerek, son gücümle adama çıkıştım. Söylenmesine aldırmayarak yatağına yatırdım. Damar yolunu açtım. Serumunu taktım. Oksijen maskesini adeta homurtularını kapatarak taktım. İki saat sonra nöbeti devredecektim. Hastaların tamamını yoğun bakım şartlarına uygun teslim etmeliydim yeni nöbetçiye. Üzerime düşenlerin tamamını yapmıştım adam için. O ise bunları onun için yaptığımı anlamadığından öfkeyle bakıyordu bana. Yüzümdeki sert ifadeye bakıp muhtemelen benden nefret ediyordu. Tüm işlerimi bitirmiş olmanın huzuruyla vücudumdaki ağrılara aldırmadan nöbetin kalan yarım saatinin geçmesini bekliyordum ki monitörden uyarı sesi geldi. O sesle birlikte defalarca yaşadığımız hayat kurtarma maratonu başladı serviste. Adamın 9. kere kalbi durmuştu. Hem de tam taburcu olacağı gün. Tüm ekip başına toplandık. Biri şok cihazını getirdi. Biri adama kalp masajına başladı. Diğeri adamı entübe etti. Ben adama zorla taktığım damar yolundan adrenalin verdim. Takmamış olsam şimdi bulamazdık damar yolunu düşüncesi ve iyi ki onu dinlemeyip takmışım vicdani huzuruyla. “Hadi bir daha yapabilirsin” diye diye tüm gücümüzle adamın göğsünü indirip kaldırdık kalp masajıyla. Hayata dönmesi için kendi almadığı nefesini vermeye çalıştık oksijen cihazıyla. Ne yaptıysak başaramadık, adamı dokuzuncu kere hayata döndürmeyi. Onca kalp masajına rağmen monitörde bir daha atmadı o yorgun kalp. Ve doktor ilan etti ölüm saatini 08.08.
Bana bir saat önce nefret ile bakan ve şimdi hareketsiz yatağında yatan adama, içim karmakarışık baktım. Büyüyemeden öldü koca çocuk diye geçti aklımdan. Eksik bir şey mi yaptık acaba diye yaptıklarımızı gözden geçirdim, üzerindeki aletleri sökerken. Ayaklarını bağlarken, o vazgeçti yaşamaktan dedim kendime. Damar yolunu sökerken, yaşamaya sebebi yoktu belki de diye geçirdim içimden. Gözlerini kapatırken, sanki sen elinden geleni yaptın der gibi baktı bana. Çenesini bağladım, her şeyin bir sonu olduğunu düşünerek. Çarşafını kapadım üstüne, hüzünle. Kafamda birbiri ile çarpışan onca düşünceye, içimde oradan oraya koşuşturan onca duyguyla, sedyeye koyup morga uğurladım adamı. Başka hastalara aynı inançla yardım edebilmek için aynaya bakıp “sen elinden geleni yaptın” diyerek çıktım nöbetten.
İnsan bir kere ölür! Belki doğrudur Ümit Yaşar’ın dediği ama içimizde biliyoruz ki ömür dediğimiz o yolda bin kere doğup bin kere ölüyoruz belki bilerek belki bilmeyerek. Bu yüzden hayata devam etmek için unutmaya, iyileşmek için hatırlamaya ihtiyacımız var. Bu sebeple ölümleri unutalım ama sebeplerini değil. Görmezden gelmeden ders alarak unutalım ki devam edebilelim nefes almaya. Yaşamaya…
Ve hatırlayalım yeniden doğduğumuz ve ölüp ölüp dirildiğimiz anları. Yeniden merhaba dediğimiz günleri anımsayalım. İçine düştüğümüz çaresizlik ve umutsuzluktan sıyrılıp yeniden adım atmayı yeniden konuşmayı ve layıkıyla yaşamayı öğrenelim. Hadi hep birlikte hatırlayalım yaşama hevesle tutunmaya çalıştığımız o anı.
Ben hatırlıyorum 18 Ekim 1978 saat 10.30’u. İlk ağlayışımı, ilk nefes alışımı, ilk adımımı, ilk okulu bitirişimi, ruhsatımı aldığım anı, oğlumun bana ilk bakışını, seçim kazanışımı, zor bir davanın son celsesini, bir türküyü sahnede söyledikten sonra duyduğum alkışı, âşık olduğumdaki kalp atışını, şiir yazdığımdaki o son mısrayı hatırlıyorum. Bunlar gibi bir sürü yeniden doğduğum anları sıralıyorum kafamda. Hepsi bir bir hafızamdan geçiyor ve iyileşiyorum yavaştan.
Hadi sizde hatırlayın yeniden doğduğunuz anları. Üstünüzdeki ölü toprağından sıyrılmaya, bunca kötülüğün kol gezdiği yerde her şeye inat yaşama tutunmaya, öldüm sanırken tekrar yaşamaya başlamaya var mısınız? Ayağa kalkmaya, itiraz etmeye, isyana, çocuklarımızın güldüğü güzel bir dünya için yeniden başlayıp insan gibi yaşamaya var mısınız?
45. yılımın son günlerinden Cahit ZARİFOĞLU'nun: "Başka bir şehirde her şeye yeniden başlamak isterdim." dediği yerden, Edip CANSEVER sözleriyle sesleniyorum size;
“Hücum öyleyse yeniden başlayan şeylere
Hücum!
Daha doğmamış çocuklara
Hücum!
Dallardan önce köklere
Ve hücum!
Yaşamaktaki ölmeye”