Yüzmeyi ne zaman öğrendiniz. Belki bazılarınız halen bilmiyor. Üç tarafı denizler ile çevrili ülkemizde deniz yüzü görmeyen kaç çocuk var kim bilir? Bazısı da benim ortağım gibi her yıl en güzel koylara götürdüğüm halde makarnaya sarılmayı bırakmadığı için öğrenemiyor yüzmeyi. Ben yüzmeyi öğrendiğim günü dün gibi hatırlıyorum. İnsan bir güne yüzme öğrenir mi? Demeyin. Öğrenir! Hayat insanı öyle mecbur bırakır ki bazen, hayatta kalmak için öğrenmek, tek seçeneğin olur. İşte böyle bir gündü, yüzme öğrendiğim gün. Belki de hayatın ta kendisini öğrendiğim gün.
Kumcağız’ı bilir misiniz? Uzun bir sahili olan güzel bir koydur. Ama Karadeniz kıyısı olması sebebiyle aldatıcıdır. Kıyıdan baktığınızda, uzakta denizde bellerine gelmeyen su mesafesinde ayakta duran insanlar görürsünüz. Sanırsınız ki oraya kadar sığdır deniz. Oysa o mesafeye ulaşana kadar yer yer zeminde Karadeniz’in hırçın dalgalarının oluşturduğu oyuklar vardır. Ve bu oyuklar dalgalar sebebiyle de her gün yer değiştirir. Sadece karşıya bakarak ve uzakta görünen insanların boylarına güvenerek yürürseniz, birdenbire boyunuzu aşmış suyun içinde bulursunuz kendinizi.
13-14 yaşlarındaydım o zamanlar. Daha inşaatı bitmemiş, suyu bile bağlanmamış yazlığımızda geçireceğimiz tatile, çadır dışında bir yerde kalacak olmanın mutluluğu ile gitmiştik. Komşularımızdan birine gelen bir misafir abla beni çok sevmişti. Çevremdeki kadın standardına göre oldukça uzun boyluydu. Ya ben çok küçüktüm, ondan uzun geliyordu. Ya da bana sevgi gösteren her insanı abartmak alışkanlığımın temeli, daha o yıllarda atılıyordu.
Koskocaman kadın benimle arkadaş olmuştu. “Hadi yürüyüşe gidelim, gel yemek yiyelim” diyor, durup dururken bana sarılıyor, saçlarımı tarıyor, her gittiği yere beni de götürüyordu. Yazlıkta daha yeni olduğumuzdan henüz arkadaş edinememiştim. Ablanın bu ilgisi beni çok mutlu ediyordu. Beni çok seviyor diyordum kendi kendime. Kendi boyumdan iki katı büyüklükte olan, birlikte oynadığım bir arkadaşım vardı. Üstelik annem de bu arkadaşıma güveniyor ve emanet ediyordu beni. Rahat rahat annemleri beklemeden denize gidebiliyordum. Birlikte gidip, kıyıda yüzüp eve dönüyorduk. Kıyıdan bakınca taaa uzakta olan insanlar arasında bir sürü de çocuk olduğunu ve su mesafesinin bazılarının dizinin altında kaldığını görüyordum. İçten içe hep açılarak onların yanlarına gitmek istiyordum ama çok korkuyordum.
Bir gün kıyıda otururken abla “hadi Yeliz, ileri gidelim” dedi. Bu fikir çok hoşuma gitmişti ama içimdeki korkuya engel olamıyordum. Abla korktuğumu anlayınca rahatlattı beni, “elimi tut yürüyerek ilerleyelim” dedi. Boyu benim iki katımdı. Yapılı ve güçlü idi de. Elimden de tutacağına göre korkmam için hiçbir sebep yoktu. Yine de içimdeki korkum bir türlü geçmiyordu. Bu yüzden, suda ilerlerken ablanın eline daha da sıkı sarılıyordum. Kıyıdan başladığımızda, aşağı bakınca ayaklarımı görebiliyordum. Fakat bir süre sonra yosunlardan suyun dibi görünmez olmuştu. Yine de ayağım kuma basıyor, elim sımsıkı ablanın ellerini kavramış bir şekilde ilerleyebiliyordum. Birdenbire ayağımın altından kum yok oldu. Zemin çukurlaşmış ayaklarım basacak yer bulamamıştı. Can havliyle ablanın elini daha sıkı tutmaya çalışıyordum. Beni tutup yukarı çekmesini bekliyordum. Ama abla da suyun birdenbire derinleşmesinden paniklemiş çırpınmaya başlamıştı. O panik ile de beni umursamayı bırakmış can derdine düşmüştü. Ben onun elini daha sıkı tutmaya çalışırken o, ellerini sallayarak ellerimden ve benden kurtulmaya çalışıyordu. Panikle ellerini sallayarak beni öyle bir savurmuştu ki elini sıkı sıkıya tutmam işe yaramamıştı. Boyumu geçmiş suda hiçbir yere tutunmadan ayaklarım boşlukta kala kalmıştım. İşin ilginç yanı hiç bağırmamıştım. Yardım isteyemedim kimseden. Zaten bilmem ben pek yardım istemeyi. Hep insanlar anlasın diye beklerim ezelden beri. Bu sebeple sessizce birkaç defa batıp çıktım. Boğulma tehlikesi geçiriyor olmak ile paniklemem ve ablaya tutunmaya çalışmam gerekirken durdum. Dibe batarken son gücümle ayaklarımı kuma vurup sıçrattım kendimi o sıçrama sonrası yere bastığımda da su belime geliyordu artık. O an boğulmak umurumda değildi. Şaşkın halde ablaya bakıyordum. Paniklediği yer, onun boyunun göğüs hizasına bile gelmiyordu oysa. Kendi korkularından, kontrolünü kaybedip ne yapacağını bilmez hale gelmişti. Bu kısım anlaşılabilirdi elbet. Ama yanında ona güvenmiş, önemsendiğine ve sevildiğine inanmış, üstelik kendisine emanet olan çocuğu nasıl boğulmaya terk etmişti. Ben daha o yaşta sıkı sıkıya tuttuğum elin beni nasıl kolayca gözden çıkardığını tecrübe ediyordum. Korkumu unutmuştum. Kırgındım. Kıyıya dönmek için aynı çukur yerden geçmek gerekiyordu ama bir daha o eli güvenip ya da tenezzül edip tutamazdım. Bu duygular ile hiç düşünmeden o çukura kıyıya doğru attım kendimi. Kulaç atıyor, dibe yaklaştım mı da ayağımı dibe vurarak kendimi yukarı ittiriyordum. Çukuru çoktan geçmiş ve sığ yere gelmiş olduğumu çok sonra nerdeyse kumun üzerinde kulaç atmaya çalıştığımda anladım. Sudan çıktığımda her yerim kum olmuştu. Abla arkamdan sesleniyordu ama dönüp bakamayacak kadar kızgın ve kırgındım. Son kalan gücümle ardıma bakmadan eve kadar koştum. Çünkü baksam çok ağlayacaktım. Ağlayıp acizliğimi göstermek istemiyordum. Neden elimi bıraktın diye hesap sormak dünyanın en saçma sorusuydu. Eve koştum odaya kapandım. İki gün bir yere çıkmadım. Olanları kimseye anlatmadım. O abla ile de bir daha konuşmadım. O da sadece uzaktan bana baktı benimle konuşmaya hiç çalışmadı. İşin kötüsü yüzünde zerre mahcubiyet duygusu da yoktu. Kim bilir benim kadar umurunda bile olmadı. Basit bir panik yaşanmış kimseye bir şey olmadan bitmiş ufacık bir olaydı. Benim iç dünyamda olanları hiç bilmedi, bilmek istemedi ve belki de umursamadı. Sebebini bilmek neye yarardı ki...
Yıllar sonra bunlar aklıma neden geldi ki diye soruyorum kendime. Ben düşüncelerden ziyade, duygularla kuruyorum geçmişteki bağları. Bugünlerdeki ruh halim hatırlatmış olmalı bana bu anıyı. Zira aldığım onca yaşıma rağmen, bana sevgi göstereni hala abartıyorum gözümde. Olduğundan daha uzun, daha çok, daha büyük görüyor gözlerim bakarken. Bana uzatılan eli, bırakmayacağını düşünerek tutuyorum sımsıkı. Kötülükten uzakta mutlu ve güvenli duran insanların olduğu yerleri düşlüyorum. O insanların olduğu yerlerde yaşamak istiyorum. İstiyorum ki biri elimden tutsun, nefesim kesilmeden ulaşayım, dünyadan uzak ve mutlu olan insanların yanına. Yaşanan onca tecrübeye rağmen sevildiğime, önemsendiğime inanıyorum. Tüm gücüyle ellerimi silkmeye çalışanın elini tutmaya devam ediyor, bırakmamak için direniyorum. Ve her şeyin güzel olacağına dair inancımı koruyorum. Zaman zaman hayal kırıklığı ile boğulduğum, bir müddet nefes alamadığım, inancımı yitirdiğim oluyor elbette. O anlarda bir yandan boğulmaktan kurtulmaya çalışırken, diğer yandan eli tutana mı yoksa bırakana mı daha kızgın olduğumu anlamaya çalışıyorum. Sorgulamaktan yorgun düştüğümde ise; bu yaşadıklarıma hayat! deyip, devam ediyorum. Hayat beklemek için çok kısa çünkü biliyorum.
Dostlarım; yorgun, kırgın, kafası ve duyguları en az benim kadar karışık insanlar size sesleniyorum. Uzakta, güvenli, ayakları yere sağlam basan, mutlu insanlardan olmak elbette ki hayalimiz. Ve elbette ki orda olmayı sonuna kadar da hak ediyoruz. Fakat kimse elimizden tutup hoppacık yaparak o insanların yanına taşımayacak bizi. Bunca zamandır kıyıdan o insanlara bakıp kurtarıcı ya da taşıyıcı beklediğimiz yetmedi mi? Korkarak kıyıda beklemektense oraya ulaşabileceğimiz inancı ile ayağa kalkmak gerekmiyor mu? Oraya ulaşan yollarda çukurlar, dibi görünmeyen dehlizler, ayağımıza dolanan taşlar, yolumuzu uzatan şartlar elbette olacaktır.
Yola çıkarken elini tuttuklarımız yarı yolda elimizi bırakabilirler. İsteksizce elinizi tutanların ya da bırakmak için bahane arayanların ellerini de çukura düşmeden önce siz bırakın. Bırakın ki çukura düştüğünüzde o elden medet umarak vaktinizi harcadığınız için kızmayın kendinize. Gün geçirmek için yanınızdaymış gibi görünen insanlarla değil, sonuçtan birlikte mutlu olacağınız insanlar ile yürüyün yolunuzu. Hiç kimse yoksa da tek başınıza yürüyebileceğinize inanın. Düştüğünüz de elinizi tutmayan, kendi derdine düşünce sizi unutan, hataları ile yüzleşmemeyi yokluğunuza tercih eden insanların varlığı size ne kazandıracaktır ki?
Yüzmeyi öğrendiğim günden beri öğrenmeye çalıştıklarımla sesleniyorum size. Önce kendine inanmalı insan. Yapabileceklerine, potansiyeline ve değiştirme gücüne. Dibe batmak her şeyin sonu değildir. Sağlam ayaklarınız var ise; dip dediğiniz yerin, sertçe vurduğunuzda size en yüksek sıçrayışınızı yaptıracak dayanak olabileceğini unutmayın. Ne yapacağınızı bilmeyecek halde iseniz, yolunuz karanlıksa, nefessiz kalmış hissediyorsanız da kendinize olan inancınız var olduğu sürece umut var demektir. Unutmayın! Hevesliler fazla ilerleyemezler, en çabuk kırılanlar onlardır. Fakat herhangi bir yola, hayal kırıklığı yaşamayı, boğulmayı, dibe vurmayı ve en önemlisi de kaybetmeyi göze alarak çıkmak sadece cesurların yapabileceği bir iştir. Ne demiş Che;
"Zor olduğu için cesaret edemediğimiz şeyler, aslında biz cesaret edemediğimiz için zordur."
O yüzden haydi dostlar;
“Cesaret, cesaret daha fazla cesaret
Kurtuluş mutlaka ellerimizde
Kır zincirleri kopar geleceği
Kurtuluş mutlaka ellerimizde…”