“her yerde, her anlamda, her zaman”
“Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol!”
Rıfat Ilgaz’ın bu şiiri tam da bugünü anlatıyor, uyarlamaya bile gerek duymaksızın kullanılabilir. Evet, bir şey(ler) yapmalı. Gerçekten yapmalı. Hiçbir şey yapamayan şairin şiirce dillendirdiği gibi “korkuluk” olabileceği gibi pencereden tencere tava da çalabilir, yeni bir protesto yöntemi bulunana kadar.
Özetlemeye bile gerek yok, siyasi erk, olası başkan adayını (biliyorsunuz, değil mi, tek kişi; parti ya da grup değil, sadece bir kişi) devre dışı bırakmak için akla gelmedik şekilde -hep yapıldığı, ama her seferinde de “bir daha olmayacak” dendiği gibi- sabaha karşı abartılı önlemler eşiğinde apar topar gözaltına aldı. Doğal olarak tepkiler doğdu, büyüdü, kentteki yaşamı, ülkedeki ekonomiyi etkiledi. Hele tutuklanınca yer yerinden oynadı.
İtiraz etmek gerekir!
Her yurttaşın 85 milyonda bir oranında da olsa bir sorumluluğu var bu gidişatta; sorumlulukları gereği itiraz etmeyi görev bilenler hemen kentin önemli meydanlarında ve belediye önünde toplandı. Vali, tabii ki, uyarıları almıştı çoktan, kentin merkezine yeniden barikat kurdurdu. Taksim polis ablukası altına alındı. Ulaşımın engellenmesi için metro durakları kapatıldı. Yollar yaya ve araç trafiğine kapatıldı.
Yetti mi? Yeter mi hiç, zaten zor durumda olan ekonomiyi çökertmek pahasına -oysa düzeltme sözü vermişlerdi, tut(a)madıkları gibi böylesi engellerle daha da, onarılamayacak düzeyde bozdular- internet bant daraltması, sosyal medya engellemesi, hız düşürülmesi gibi alabildiğine kötü bir karar aldılar. İtiraz daha da yayıldı. Ülkenin, o tasarruf edilemeyen, itibarı daha da kötüledi.
Tüm bunlara rağmen herkes sokağa çıktı, itiraz etti, gücü yettiğince ses çıkardı, Rıfat Ilgaz’ın şiirce talebini yerine getirdi… gerçekten “korkuluk oldu”. Dahası, korkuttu da… Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir şekilde (hatta belki, siyasetçilerin de dile getirdiği gibi, bir başka kentte bile) yapılamayacak şeyi yapıp, gazetecileri de tutukladılar gençlerle birlikte. Amaç ne? Amaçları kendi iktidarlarının korunması… Polisi de, hukuku da çıkarları için kullanmakta üzerlerine yok.
Polis olmasa sorun yok!
Sokağa çıkmak, itiraz etmenin, inadı sürdürmenin, doğru işaret etmenin en kolay, kolay olduğu kadar en etkili, etkili olduğu kadar da en işler yolu. 1960’lardan beri, 555K, 15-16 Haziran, Büyük Maden Yürüyüşü, Gezi Direnişi hemen bir çırpıda sıralayabileceğimiz (çıplak ayakla, pijamayla yürüyüşlerin gönlü kalmasın, okur hepsini saydı bile) önemli sokak eylemleri. Siyasi erkin, Anayasal hak olmasına karşın yürüyüşlerden, mitinglerden korkmasını, çok korkmasını bu örnekler bile anlatıyor.
Yürüyüş, toplanma gibi eylemlilikler Anayasal hak olsa da egemen erk, buna asla izin vermiyor. Güvenlik güçleri, yürüyüşçülere saldırı olmasın diye önlem alması gerekirken, en başta saldırıyor itirazcı inatçılara. Hem de öyle böyle değil; kıyarcasına, öldürmek amaçlı sayılabilecek şekilde saldırıyor. Öyle ki, emirlerine uyarak yana çekilenleri bile copluyor; görmüşsünüzdür. Peki, polis bu gücü nereden alıyor? Tabii ki, o tek yetkilinin oluşturduğu kabinedekilerden. Bu çok kötü, çünkü onlar da, evlerine gittiklerinde gece boyu, “iktidar değişirse, benim durumum ne olacak” diye uyuyamıyor bile.
Kuvvetler ayrılığı…
Sizin anladığınız anlamda değil… Bu ülkemiz gerçeğiyle doğrudan ilintili bir kuvvetler ayrılığı… İktidardaki partinin başı, yıllar önce, bir belediye başkanının görevini bırakmasını istemiş ve başkan da itiraz etmeye kalkışmıştı… İktidardaki partinin o zamanki ağır toplarından “özgül ağırlığı” olan biri, “Ankara’yı parsel parsel sattın” diye ithamı hedefe kilitlemişti. Aradan yıllar geçti, kimsenin kılı kıpırdamadığı gibi, savcılardan da bir ses çıkmadı. Ancak bugün, gelirleri kısıtlı olan, devletin parasal destek vermediği belediyelerin başkanları gece yarısı gözaltına alınıyor, hatta tutuklanıyor, yatarı olmadığı hukukçuların dilinde. İşte, “kuvvetler ayrılığı” bu. Yargı, yürütme, yönetimin kendi alanlarında özgür yaklaşımı değil, iktidar muhalefet ayrılığı…
Kendi sağından medet umanlar…
Gezi Direnişinden bu yana, hiçbir siyasal muhalefetini görmediğimiz CHP, asli fail olmasına rağmen, bütün güçleriyle yanında olan itirazcılara değil, (geçen seçimde olduğu gibi) kendi sağındaki güçlere dayandı. En büyük kötülüğü onlardan görmüştü oysa… Kürtleri hemen dışladılar (Genel Başkan, kendilerine desteğe gelen DEM Parti yöneticilerinin yüzüne bile bak(a)madı, o derece). Newroz eyleminden çıkanlar soluğu Saraçhane’de aldılarsa da, otobüsün üstünden konuşanların sözleriyle geri çekildiler. Söze gelince Türk-Kürt ayrımı yok diyenler, somuta gelince -kendi sağından medet ummanın gerçekliğiyle- Kürtleri uzaklaştırdı. Irkçı, buduncu, gerici küçük öbekler, bu zımni destekle, öfkelerini egemen güce değil itirazcılara yöneltti. Küfür, bana göre de şiirseldir, yerli yerinde, ama cinsiyetçi olursa başka. Küfürlerle birlikte saldırılar da artınca, demokratik hakları gereği, özellikle gençler kendi eylemlerini düzenledi. Haklıydılar. Hedeften sapan her şey, yanlışa gidecekti ve amacı öteleyecekti. Hemen bir araya geldiler. Örgütlendiler. Kentin dört bir yanından Beşiktaş’a, deyim yerindeyse aktılar. “Korkuluk” olmadılar, ama “korku” saldılar.
Gerçekten duyarlı, ne istediğini bilen, hedefleri belli sloganlarla yürüdüler. Okul, sınıf, yaş, cinsiyet, din, ırk ayrımsız küfretmeden güle oynaya, şarkılar türkülerle yürürlerken pencerelerinden onları alkışla destekleyenlerin de gözleri ışıldıyordu. Emniyet güçlerinden önce Bakanlar ve Valinin beklediği taşkınlıkları da yoktu. Galata Köprüsünde oturma eylemi yaptılar. O oturma, aslında bir sonraki adımı planlama toplantısıydı. İktidar yanlısı medya, ne yaparlarsa yapsınlar kötüleyeceği için umurlarında bile değildi gençlerin. (Güya) muhalif medya ise, yapacağını yaptı: Saraçhane’ye gidiyorlar diye haberleştirdi.
Sürdürülebilirlik!
CHP, hep yaptığı gibi, bir hafta geçince eylemliliklerini sürdürmemek için kendine bahaneler üretmeye başladı. En başta Bayram var tabii… “Türkiye ittifakı” adını verdikleri kendi sağındakilerden medet uman birliktelikle asıl kaynaklarını yitirdikleri için son mitingi Maltepe’de yapma kararı aldı. Zorunlu bayram kesintisinin ardından bakalım ne gerekçeler bulacaklar, eylemlilikleri sürdürmemek için.
Öngörüsüzlük…
“Planlı plansızlık” denirdi eskiden… o an, akla ilk gelenin, önünü ardını, getirisini götürüsünü düşünmeden yapmak anlamında. Egemen erk, özellikle gençlerin (bu arada, CHP’nin önseçim adı altında eğilim yoklamasıyla duyarlı yurttaşların da) yükselen toplumsal muhalefetini polis baskısıyla sindiremeyince yargıyı da devreye sokarak herkesi (gazeteci, avukat, sendikacı, parti yetkilisi) tutuklaması yetmedi, devreye “idari tatil” soktu. Devlet, yani sosyal devlet sağlık, barınma, beslenme, eğitim temel yükümlülüğünü yerine getirmiyor. Sosyoekonomik, sosyopolitik, sosyokültürel, sosyoekolojik sorunlar ise yaşamı derinden sarsıyor. Akşamdan sabaha yeni bir karar alınıyor: Bayram tatilini uzattık. Niye, neden, nasıl kasap çengeli örneği duruyor ortaya, yanıtsız.
Egemen erk, yükselen toplumsal muhalefeti bayram tatilini uzatarak sindirmeyi istiyor. Ancak son gün alınan bu karar, işini, yolunu, konaklamasını çoktan hesaplamış insanlar için sadece yeni bir karmaşa yaratmaktan başka bir anlam taşımıyor. Sahi, işe gitmeyecekleri için, insanlar belki de daha çok katılacak eylemlere; okullarda da boykot, zorunlu olarak, kendiliğinden yayılacak. Ne kazanmayı düşünüyorlar acaba? Bayram tatilinin uzama açıklaması alkışlarla karşılanırken, ekran başında onlarca kişi de, “bu ne şimdi” diye sordu acıyla. Alkışlayanlar da sonradan farkına varmıştır hatanın ya, iş işten geçti artık.
Durmayacaksın!
Son sözü, yine şiirce Melih Cevdet Anday söylesin:
“Uyumayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin
Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku giremez ki…
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın.”