Değişmek, hepimiz tarafından “değişmeyen tek yasa” olarak kabul edilse de çok kolay bir şey değil. Kişisel değişim açısından kendinizden örnek biçin, birçok şeyi isteseniz de yapamıyorsunuz. Kaldı ki dünya, toplumlar, ekonomik sistemler, devletler, devletlerarası ilişkiler… Kolay olmuyor. Birini yaparken ister istemez diğerini bozmak zorunda kalıyorsunuz; onların taraftarları (orduları, devletleri, ekonomik ve kültürel güçleri) itiraz ediyor hemen. Korumacı olmak hem kolaydır hem de tepki duyulmaz fazlaca… Belki de o nedenlerle devletlerin ceberutluğu, savaşların kanlılığı sürüp gidiyor tüm muhalefete rağmen.
Amin Maalouf, pandemi sorunsalından kurtulamadan yıkıcı bir savaş ile karşı karşıya kalınınca dünyayı ele almış. Bir “labirent” olarak nitelediği dünyamıza, bu çerçeveden bakıyor. 286 sayfalık kitap aslına bakarsanız dünya tarihi, ama çok farklı perspektifle, çok farklı bir bakışla, biz okurlara da yeni pencereler öneriyor.
“Ulusları birbirini boğazlamaktan vazgeçmeyen yaşlı kıta”nın kendisince de pek doğru denemeyecek bir yakıştırmayla, ataları aforoz edilmiş Amerikalıların, Büyük Savaş sonrası yardıma çağrılmasını; oraya kurtarıcı, koruyucu ve hükümran olarak döndüğünü söylüyor. Evet, öyle değil mi? Biliyoruz hepimiz öyle olduğunu, ama insani bütün değerleri kendilerinin çıkarları doğrultusunda eğip büken, çekip çeviren egemen güçler bunu böyle anlatmadığı gibi farklı sonuçlara da inandırıyor bizi.
Yedi ana bölümde işlemiş Maalouf, kitabını; ya da tarihi…
Japon Kıvılcımları, Emekçiler “Cennet”i, Çok Uzun Bir Yürüyüş, Batı’nın Kalesi ve son söz olarak Yeniden İnşa Edilecek Bir Dünya.
Japonlar donanması, 1405’te, altı yüzyıl önce, yenilince Doğu’nun birtakım güçleri Batı’nın eline geçti, egemenin sömürüsü böyle başladı. Çin’de kurulan ilk matbaa, Gutenberg tarafından “icat” ediliyor; denize açılmasa da adı denizciye çıkmış Portekiz’in emperyal bir devlet olmasına, ticaretin gelişmesine, keşiflere, istilalara, sömürülere kadar varıyordu. Bu, belki de Batı’daki Rönesans’ın başlangıcı olarak ele alınabilir.
Amin Maalouf, doğru mu yazıyor, yanılıyor mu bilemem, ama bildiğim bir şey var: gerçekten önemli şeylerin -bilinçli olarak- gözden kaçırıldığını görebiliyorum. …aradan yıllar geçip de 1905’te, Japon donanması Baltık Denizinden gelen Rus donanmasını yenince her şey tersine dönüyor. Maalouf, kitabının alt başlığını “Batı ve Hasımları” koymuş. Hindistan’ın gelecekteki başbakanı Cevahirlal Nehru, bunun üzerine büyük bir Avrupa gücü yenildiğine göre Asya, Avrupa’yı geçmişte yaptığı gibi yine mağlup edebilir” diyor. Benzeri bir sözü Çin Cumhuriyeti’nin ilk başkanı olacak Dr. Sun Yat-sen’den de duyuyoruz.
Yeni bir “Cennet”
Arkasından, Rusya’da Bolşevik İhtilali ile sosyalist bir sistem kuruluyor… Maalouf, yaşananların bir bakış açısı çerçevesinde, Batının yüzlerce yıllık üstünlüğüne karşı Rusya tarafından başlatılan “bu müthiş meydan okumayı” anlamaya çalışmak istediğini belirtiyor. Siyasal ve toplumsal karmaşa ve kuşkusuz Dünya Savaşı sonrasında tüm dünya için coşku ve vaat dolu bir başlangıçla yüz yüzedir artık. Bunu da “Cennet” olarak nitelemek hiç de aykırı gelmez…
Birçok şey yaşanır, birçok sıkıntıdan geçilir -kiminde olumlu kimindeyse olumsuzluk dolu- “demokrasi” veya “halk demokrasisi” tek parti düzenidir ve madem Sovyetlerde başarılmıştır, Üçüncü Dünya ülkelerinde de başarılabilir. Sovyetler Birliği çökünce hemen bütün bu ülkelerde çok partili düzene geçilir, tabii demokrasi yerini ya oligarşiye bırakmıştır ya da liberal bir sisteme…
Sovyetler iyi bir ekonomik sistem oturtamayınca (Amuderya ve Siriderya nehirlerinin Aral gölünün kuruması ilginç, küresel ısıtmaya katkısı nedeniyle), Çin, “bilimsel sosyalizm”i savunarak yeni bir yol açar kendisine… Farklı olarak kırlardan kentlere yönelir; feodal yapıyla köylülüğün gücünü bildikleri için…
Fransız İhtilali ile başlayan, sanayi devrimiyle güçlenen Batı, Rönesans’tan gelen deneyimiyle daha temkinli yürür… Hem işçiler için hem de “sosyal adalet” için titizlenir. Amerika Birleşik Devletlerinin düştüğü ırkçılık batağına saplanmaması ilk aşamada kalıcılığının göstergesidir. Renk, inanç ve/veya etnik köken artık bir kusur değil büyük bir kozdur. Teknolojinin gelişimiyle yaşam tarzı da, eğitim ve kültür de, bağlı olarak ekonomik yapı da değişir hızla. Herkes olası bir savaştan korktuğundan, “benimle birlikte onlar da yansın” diye nükleer güce sahip olmaya çalışır. Nükleer güç bir yandan gelişmenin temelidir, hızlandırır ve kazandırır, ama öte yandan yok edecek denli kötü bir silahtır.
Bu kadar geniş bir tarihi bilgiyi bu kadar iyi özetlemek, Amin Maalouf’un başarısı kuşkusuz. O kadar iyi anlatmış, o kadar önemli olay ve konulara değinmiş ki, kısım kısım, sayfa sayfa, düşünüyor, birbiriyle bağlantısını kuruyor ve kendinizle tartışıyorsunuz ki, bir bir açılıyor sorun yumakları önünüzde.
Amin Maalouf, önsözde, en son söylenmesi gerekeni söylüyor: “İnsanlığın başında mutlaka hegemonik bir gücün bulunması gerektiğini sanmak ve bu gücün kötünün iyi olmasını, bizi en az küçük düşürüp boyunduruğu en hafif gelecek güç olmasını ummakla yetinmek doğru bir yol değildir.”
Son sözü de ona bırakalım: Çok geç değil. Bu “labirent”ten çıkma olanaklarına sahibiz. Yeter ki önce yolumuzu yitirdiğimizi kabul edelim.
Labirent, Batı ve Hasımları
Amin Maalouf
Deneme
Yapı Kredi Yayınları, Mart 2024, 286