Geçtiğimiz günlerde televizyon sunucusu Zahide Yetiş, kadın hakları komisyonunda konuşma yaptı. Konuşmasında, “Kadına yönelik şiddetin nereden başladığını görüyoruz. Burada herkesin annesi var. Hayatımızda bazı erkekleri seçiyoruz, bazılarını seçemiyoruz. En çok kadınlar, baba, evlat, kocalarından şiddet görüyor. Buna kadına yönelik şiddet desek de bazen kadınlar da bunu yapıyor,” ifadelerini kullandı.
Bu sözler, kadına yönelik şiddetin temel sebeplerini gerçekten ortaya koyuyor mu? Şiddet, bireysel tercihlerle açıklanabilir mi, yoksa ekonomik, hukuki ve sosyal politikalarla desteklenen bir sistemin sonucu mu? Kadına yönelik şiddeti yalnızca “kötü erkeklerin” bireysel eylemleri olarak görmek, gerçek çözümün önünü tıkamıyor mu?
Zahide Yetiş’in kadın hakları komisyonuna davet edilmesi, bu soruların merkezinde duruyor. Yetiş’in programlarına baktığımızda, zaman zaman toplumsal cinsiyet eşitliğini zedeleyen söylemler öne çıktığını görüyoruz. Kadınların öncelikli görevinin “iyi bir eş ve anne olmak” olduğu vurgulanırken, ekonomik ve sosyal hayattaki yerleri geri planda bırakılıyor. Şiddet gören kadınlara “sabretmeleri”, “ailenin devamı için fedakârlık yapmaları” gibi telkinlerde bulunulması, ataerkil düzeni pekiştiren unsurlar arasında yer alıyor. Boşanmanın olumsuzlanması, şiddetin romantize edilmesi ve mağdurun suçlanması, kadınların bağımsızlaşmasını zorlaştırıyor.
Bu tür söylemler, feminist mücadelenin tam karşısında duruyor. Kadınların kurtuluşu, “iyi bir eş” ya da “sabırlı bir anne” olmaktan değil, ekonomik bağımsızlığa ve hukuki güvencelere sahip olmaktan geçiyor. Ancak kadın hakları komisyonlarında feminist aktivistlerin yerine, sistemle uyumlu popüler figürlerin tercih edilmesi, mücadeleyi yüzeysel bir farkındalık kampanyasına indirgeme tehlikesi taşıyor.
Türkiye’de kadın hareketini yıllardır şekillendiren, mücadele eden ve çözüm üreten feministler bu süreçlere dahil edilmezken, televizyon programlarında toplumsal cinsiyet eşitliğini tartışmalı bir şekilde ele alan bir sunucunun komisyona davet edilmesi, gerçek bir dönüşümden çok bir vitrin düzenlemesi gibi görünüyor.
Bir televizyon figürünün şiddetle mücadelede rolü ne olmalı? Farkındalık yaratmak tek başına yeterli mi, yoksa kadınların ekonomik güvencelerinin sağlanması, yasaların uygulanması ve patriyarkanın kökten sorgulanması mı gerekiyor?
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini besleyen bir sistemde farkındalık yaratmak, susuz tarlaya yağmur duasına çıkmak gibidir. Gerçek değişim için sadece konuşmak yetmez; yasalarla, ekonomik güvencelerle ve patriyarkanın kökünden sökülmesiyle mümkündür.
Şiddet karşısında “sabret” diyen değil, aksine mücadeleyi büyüten bir anlayışa ihtiyacımız var.