Hemen her gün gazetelerde, televizyon yorumlarında, arkadaş konuşmalarında “Hiç bu kadar kötü bir dönem yaşamamıştık” sözünü duyuyoruz. Sosyoekonomik, sosyopolitik, sosyokültürel, sosyopsikolojik sorunlar gerçekten de yağmur gibi üzerimize üzerimize geliyor ve sürekli yakınıyoruz.

Şöyle bir dönüp baktığınızda, bu sorunların hemen hepsinin aynı oranda sürekli yaşandığını görmemek mümkün değil. On yıl, hatta kırk yıl önce de ekonomik, siyasal, kültürel, psikolojik sorunlar yaşıyormuşuz… Kanıksadığımızı sandığımızda yeniden alevlenen bu sorunların hemen hiçbiri değişmemiş -kimi zaman biri öne çıkmış, kimi zaman diğeri. Ama ilginçtir hiçbiri bitmemiş…

Sinema eleştirmeni olmanın da ötesinde bir kültür insanı olarak, yıllarca rehber tercüman olarak Anadolu kültürünü anlatmış, yaşamı keyfince yaşamış Atillâ Dorsay, gazetelerde yazdığı ırkçılık konusundaki yazıları kitaplaştırmış. 30 yılı aşkın bir dönemi kapsayan yazılar, okunduğunda görülüyor ki, bir arpa boyu bile yol alamamışız… Yazık gerçekten.

Irkçılığın sonu ve sınırları yoktur!

Oya Baydar’ın “Irkçı Milliyetçiliğe Karşı Tam Zamanında Gelen Bir Kitap” başlıklı yazısıyla başlayan ve 30 yılı aşkın bir zamana yayılan 100 yazıyı içeren “Irkçılığı Gördüm Tanıyorum”da, 2001 yılında, “Irkçılık her insanı ve her toplumu tehdit eden tehlikeli bir virüstür, bir kez bulaştı mı, kurtulması son derece zor olan…” diye yazmış Dorsay. Buradan da anlaşıldığı üzere asıl pandemi Covid değil (çünkü aşısı bulundu ve tümden çözümü yakındır), asıl sorun dar bakışla, sadece kendi milletini, kendi dinini, kendi cinsini üstün görmektir. Bizde de -ne yazık ki- hepsi var. Aynı yazının sonunda da, “Ben, güçlü bir Türkiye’nin aynı zamanda olabildiğince liberal (buradaki liberal özgürlükçü anlamında, yoksa ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ vurdumduymazlığı olmasa gerektir), demokrat, her türlü azınlık haklarına saygılı bir Türkiye olduğuna ve zaten yeterince güçlü bir devlet olan Türkiye için bu tavrın bir lüks olmadığına inananlardanım.” diyor.

Gençliğinde apolitik, bir dönem solcu olduğunu belirten Dorsay, şeffaf ve geniş açılı bakışıyla hem barış içinde bir arada yaşamayı hem de bu tür “ötekileştirici” sorunların gelişmeyi önlediğini vurguluyor.

Din ve dini düşünce…

Son 30 yılın yazıları olduğu için, ülkenin belirgin sorunlarından biri dini referans gösteren siyasal partilerin iktidar olup olamayacağından, aynı sürecin sonunda “tek seçici” (parlamenter sistem yerine başkanlık sistemi kurulunca devletin yapısı da değişti doğal olarak) ile birlikte dinin belirleyiciliğine (“nas” en çok duyulan sözcük son günlerde) geldik. “Kültürle güreşi karşılaştıran, operayla elense çekmek arasında ince popülist kıyaslamalara giden kültür bakanı” ile “Bir ülkenin temel doğal hazinesi olan ormanları ‘daha çok kesin, daha çok satın’ uygulamasını düşündüğü söylenen bir başbakan” ve “aynı ormanların yanıp kül olması karşısında yeterince etkin olamayan bir hükümet” ne zamandı acaba? O parti, bu parti fark etmiyor ki!

Burada asıl önemli olan, Atillâ Dorsay da sürekli altını çizerek vurguluyor: Kimseyi ikinci sınıf vatandaş olarak görmeksizin, kimseyi ötekileştirmeksizin, herkese ve her şeye eşit mesafede görmeyi başarmaktır; tabii ki, barış içinde bir arada…

Türkiye’nin çıkarları…

Herkes, kendince bir gerekçe buluyor karşısındakini kötülemek için. Biri din açısından, diğeri mezhepler çerçevesinden, bir başkası ırkı öne çıkararak, ama hepsi de Türkiye’nin çıkarları için karşısındakini düşman belleyerek… Sadece Türk-Kürt, Ermeni-Rum, Suriyeli-Afgan değil, Hristiyan-Yahudi, Ermeni-Rum, Ezidi-Alevi gibi dini (ve tabii mezhepsel) ayrımlar olsa keşke… bir de cinsiyet ayrımcılığı var: kadın-erkek. Yetmiyor, kısaca LGBTİ+ dediğimiz kendilerini farklı hissedenler de var. Ve bunların hepsi birer ötekileştirmek için yeterli koz nifak sokanlar için…

İlginç olan ise yaşamın her anında, her alanında -kimi zaman göze bile çarpmayan ama aslında derin anlamları olan- olaylarla yüz yüze gelebiliyoruz. Tek yönlü bir yolu tıkayan minibüse hiçbir şey demeyen ama Musevi mezarlığında bir önemli kişinin cenazesinde yer bulunmadığı için yol kenarında duran arabalara ceza yazan polis çıkabiliyor karşımıza, hem de umursamadan, çünkü “devlet” kendileri. Bu örnek son günlerden… Evindeki kiracıları (son zamlardan sonra) çıkarıp da yerine daha pahalı olarak başkasına vermeyi düşünen ev sahibi düpedüz haneye tecavüz edip baltayla kırdığı kapıdan sonra evdeki eşyaları kırıp döktü. Birileri çekmiş, belki de “görün gücümü” diye kendisi, oğullarına kızlarına çektirmiştir… Kiracılar Suriyeli olduğu için ev sahibi tutuklanmadı bile… İşte size ırkçılığın geldiği son aşama. Bolu Belediye Başkanının yaptıkları bunun üstüne tuz biber…

Atillâ Dorsay, filmlerden de örnekler vererek bu ırkçılığın ne denli iğrenç bir şey olduğunu anlatıyor. Bilmem, o örneklere girmek gerekir mi? Sezen Aksu’nun beş yıl önceki bir şarkısının sözleri nedeniyle “hedef” gösterilmesi, ona destek verdiği için şarkısındaki “cuppa” sözlerinin “cunta” çağrıştırması nedeniyle Tarkan’ın da suçlanmaya çalışılması… Öldürülüşünün 15. yılında hâlâ da karanlıkta kalan ve adaletin yerine gelmediği Hrant Dink’in katledilmesi… İş insanı Osman Kavala’nın hiçbir gerekçe sunul(a)madan beş yıla yakın tutukluluğu… o kadar çok ve o kadar mesnetsiz ki!

Bitirirken…

Atillâ Dorsay, insanlık suçu olan ırkçılıkla başa çıkmak için ulaştığı sonucu bakın nasıl açıklıyor: “Hiçbir ulus, en uygar olarak bilineni dahil, öbüründen daha iyi veya kötü değildir. Her ulusun, her halkın erdemleri ve zaafları vardır. Hiçbir halkı ötekini kötüleyerek yüceltemez, bunun tersini de yapamazsınız. Bunu elbette kendi halkınıza da uygulamak koşuluyla…”

Irkçılığı Gördüm Tanıyorum
Atillâ Dorsay
yazılar
Varlık Yayınları, Ocak 2022, 222 s.