Ben çocuk yaşta öğrendim; işini iyi yapmazsan, bilimi göz ardı edersen, para kazanma hırsıyla malzemelerden çalıp çırparsan, oy uğruna imar barışı adı altında cinayetlere izin verirsen Allah’a sığınmak bir işe yaramıyor.

1967 Adapazarı depremini Karasu’da yaşadım.

Henüz 6 yaşındaydım.

Yaz günüydü, elimde dondurma büyük halamın evinden kendi evimize yürüyordum. Halamın evinin karşısında oldukça yüksek, alt tarafında ise duvarında bir insan yüzünü görebilecek büyüklükte delikleri olan bir yapı vardı. O delikleri genellikle meraklı şekilde dışarıya bakan gözlerle hatırladığım için öyle tanımladım. Hapishane demişlerdi, ne anlama geldiğini çok sonradan öğrenmiştim.

Bir anda başım döndü, yer kayıyordu sanki. Ardından sesler duyuldu, bir yerler yıkılıyor, bir şeyler düşüyor gibi… Evlerdeki insanlar caddeye koşarken, delikli duvarın ardındaki bahçeden de yoğun bağrış, çığrış sesleri gelmeye başlamıştı. Ne olduğunu anlamıyordum ama insanların o paniği, telaşlı halleri nedeniyle büyük bir korku yaşamıştım. O korkuyla eve gitmek yerine yine geriye halamın evine kaçmıştım.

İlk panik atlatıldıktan sonra büyükler, kendi aralarında değerlendirme yapmaya başladılar. Dediklerine göre zelzele olmuş. Duyduğum o sesler, yıkılan bacaların sesiymiş. Karasu’da yıkılan evin olmadığı söylendi. Hatırladığım kadarıyla ilerleyen saatlerde Adapazarı’nda büyük yıkım olduğu haberi geldi.

Bu haberin gelmesiyle Adapazarı’nda yakını olanları deprem anındakinden daha fazla telaş aldı. Herkes bir şekilde haber alabilmek için koşuşturuyordu ama ne mümkün. Bizimkilerin de Adapazarı’nda yaşayan halamlar için duyduğu endişeyi, korkularını çok iyi hatırlıyorum.

O gece hiç kimse evinde yatmadı. Biz de büyük halanın bahçesinde sabahı ettik. Yatmadan önce sabah ilk otobüs ile Adapazarı’na, oradan da dedem ile babaannemin yaşadığı Düzce’ye gidilmesi kararlaştırıldı. Ertesi sabah erkenden yola çıkıldı. Rahmetli büyük enişteydi sanırım (aklımda öyle kalmış) beni Adapazarı’ndan sonra dedemin yaşadığı Düzce’ye götürmek üzere yanına aldı.

Otobüs Devoğlu kavşağını döndüğünde, bir uğultu kapladı içerisini. Koridor tarafında oturanlar ayağa kalktı ve daha iyi görmek için cama yaklaştı. Herkesin ağzından şaşkınlığı ve üzüntüyü dile getiren sözler dökülüyordu. Ben şaşkınlık içinde bir yandan insanları izlemeye, söylediklerini dinlemeye çalışıyor, bir yandan da yıkılmış tek katlı, iki katlı binalara bakıyordum.

O yaşımda beni en fazla etkileyen şey ise şimdi Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şubesi’nin yerinde ya da yanında olduğu söylenen Çocuk Yetiştirme Yurdu’nun yıkıldığını öğrenmek olmuştu. Eniştemin işaretiyle, otobüsten tam da orada indik. Halamların evi Sakarya İlkokulu’nun yakınındaydı. Etrafı inceleyerek eve vardık, herkes iyiydi ve evleri de ayaktaydı. Sevinçle herkesin kucaklaştığını hatırlıyorum.

Onlar da eve girmiyor, bahçede geceliyorlardı. Bir gece onlarla kaldık. Bana eğlenceli geldi, benden birkaç yaş büyük kuzenlerimle birlikte olmak depreme rağmen oldukça eğlenceliydi. Sabah yine erkenden yola çıkıldı.

Cumayeri’ne vardığımızda bir sevinç de orada yaşandı. Herkesin yaşıyor olması mutlu olmak için yeterliydi. Akşama doğru gece hazırlıkları yapılmaya başlandığında fark ettim ki, orada da dışarıda kalınacak. Tam çadır da değil, çarşaflardan bezlerden oluşturulan çadırımsı şeyler içinde yatılacaktı. O gece sadece dedem, ‘ben evimden çıkmam’ dedi ve yatağında uyudu. Sonraki günlerde de bu uzun süre devam etti. Bizler sokakta, dedem yatağında uyudu.

O günlerde aklıma takılan bir şey vardı ve gülmelerinden mi yoksa başka bir şeyden mi çekiniyordum bilmem bir türlü soramadım. Evimiz, hemen caminin yanındaydı. Orası Allah’ın eviydi ve yıkılmazdı. Camiye sığınmak yerine neden sokakta yatıyorduk?

Tozlu Cami

Sokakta yatmanın mantığını ilerleyen yaşlarımda elbette anlamıştım ama sorunun kesin cevabını 1999 depreminde acı şekilde yaşayarak aldım. Deprem sabahı, teçhizatsız bir gazeteci olarak Ankara’ya haber geçmenin bir yolunu ararken, Anadolu Ajansı’nın duayen fotoğrafçısı Abdurrahman Antakyalı imdadımıza yetişti. Çektiği ilk fotoğraflardan biri de artık belleklerimize kazınan, minaresi boylu boyunca yere uzanmış yıkılan Tozlu Cami oldu.

Sonra öğrendim ki, Cumayeri’nde evimizin yanındaki, aylarca niçin orada kalmadığımızı sorguladığım cami de yıkılmıştı.

ÇOCUKÇA SORU

Sakarya Barosu’nun 1967 depreminin yıl dönümü nedeniyle yaptığı açıklamayı okuyunca, o depremde aklıma takılan çocukça soru geldi.

Baro Başkanı Av. İlknur Ebiz Yıldız, açıklamasında şöyle demiş:

“Şehrimizin deprem bölgesi olduğunu hiç unutmamalı ve her an depreme hazırlıklı olmalıyız.

Yeni canlar kaybetmemek için afet öncesi, sırası ve sonrası her şey planlı olmalı ve kriz yönetimi tek bir aksaklık yaşanmayacak şekilde programlanmalıdır. Depreme hazırlıklı olmak için diri fay hatları üzerinde yapılaşmaya asla izin verilmemelidir.

Yerel jeolojik koşullara uygun olmayan inşaat teknikleri ve yapı inşasına müsaade edilmemelidir. Mevcut deprem yönetmeliğine uygun olmayan ve bina mühendislik ömrü tamamlanmış binalar ile ilgili dönüşüm süreci ivedilikle harekete geçirilmelidir. Yine iskân sonrası kullanım hataları nedeniyle binaların statiğine olumsuz etkilerin buna dair müdahalenin önüne geçilmelidir.

Şehrimizin en temel önceliği kentsel dönüşümdür. Sakarya Barosu olarak kentsel dönüşüm gerçekleşmeden şehre dair yapılacak herhangi bir adımın gerçek anlamda yaşamsal olmadığını düşünüyoruz.”

Ben çocuk yaşta öğrendim; işini iyi yapmazsan, bilimi göz ardı edersen, para kazanma hırsıyla malzemelerden çalıp çırparsan, oy uğruna imar barışı adı altında cinayetlere izin verirsen Allah’a sığınmak bir işe yaramıyor.

Bu yaşta anlayamadığım ise şu: Benim çocukken öğrendiğim bu basit gerçeği ülkeyi, şehirleri yönetenler, inşaat ve mimarlık eğitimi alıp bu işe atılanlar niçin anlayamıyorlar? Bilim insanlarının yanı sıra bir kentin hukukçusu bunu anlatmak için niçin kendisini paralamak zorunda kalıyor?

Bunu gerçekten anlayamıyorum ama şunu iyi biliyorum:

Bir gün bu düzen değişecek. Cana kıyanları, cinayetlere zemin hazırlayanları, “depremin büyüklüğüne, şiddetine sığınmak” ve akla ziyan savunmaları kurtaramayacak.