Kendimizle ilişkimizi en çok etkileyen unsurlardan biri de geçmişimizi, kararlarımızı, seçimlerimizi, tepkilerimizi nasıl değerlendirdiğimiz oluyor. Şöyle bir düşünelim, ilk gençlik yıllarında meşhurdur bir sene önceki yılı felaket görmek. ‘Bunu niye yapmışım, ne kötü giyiniyormuşum, bu kararı vermeseydim hayatım çok daha iyi olurdu, neden böyle bir tepki verdim ne aptalmışım, şimdi olsa asla böyle yapmam…’ Geçmişe dair bu değerlendirmelerimiz çoğunlukla bu anın gözlüklerinden yaptığımız ve olması gerekenlerin altında ezilen üstten ve ezici yorumlamalarımızdır.
Peki bir uzun sıçramayla da geçmişe dair yorumlamalarımızdan en çok nemalan çocukluğumuzu düşünelim. Geçen hafta katıldığım bir derste hoca “çocuk olmanın ne demek olduğunu çoğu insan bilmiyor, bilmiyoruz” dedi. Ve sınıfta uzun bir sessizlik oldu. Sahi bir çocuk neyi bilebilir, neyi düşünebilir, neyi hissedebilir, neyi koruyabilir, neyi taşıyabilir¿ Örneğin bir çocuk olumsuz ve zorlu bir duyguyu aslında taşıyabilir. Taşıyamayacağı şey bu duyguyu yaşarken anlamsız kalması, neyi yaşadığını bilmemesidir. Bir ölüm haberini mesela bir çocuktan gizlerken ‘acaba bunu kaldırabilecek mi? ’ diye endişelendiğimizden yaparız. Oysaki bir çocuğu yaşanan bir gerçeği bilmekten, yaşanan duyguyu paylaşmaktan mahrum bıraktığımızda onu kocaman bilinmez, anlamsız bir sis bulutunun içinde bırakıyoruz ve durum onun taşıyamayacağı bir hal alıyor. Neyi yapabilir bir çocuk? Bir yetişkinin duygularını yatıştırmak, kardeşlerine bakım vermek, bakım vereninin ne hissettiğini anlamaya çalışmak, evin geçimini sağlamak, sağlık sorunlarıyla kendi başına ilgilenmek gibi şeyleri yapamaz mesela. Yaşı ne olursa olsun hele bir yetişkini hayatta tutma, onu keyiflendirme gibi bir başkasının ruhsallığını sırtlanmanın yükünü de taşıyamaz. Ne zaman ne tepki geleceği belli olmayan, her an adil olmayan bir öfke patlamasına karşı kendini korumak zorunda kalma durumunu, hiç hata yapmama baskısını taşıyamaz. Düşününce birçok yetişkin geçmişinde bir çocuğun yapamayacağı, zaten yüklenmemesi gereken yüklerin ağırlığının yorgunluğunu taşırken buluyor kendini. Yetersizlik ve eksiklik hisleri karında ağrı, kafada ateş haline geliyor. Oysa değil mi, tekrar kendimizi bir çocuk özne olarak düşünelim, neyi taşıyabilir bir çocuk?
Uzak bir merceğe alalım kendimizi, bir çocuğun fiziksel ve zihinsel kapasitesinin hakkını verdiğimizde kendi geçmişimizi de bir çocuğun gözlerinden ve duygularından değerlendirmeye başlayabilirsek elimizi daha sıkı tutabilir, sırtımızı daha sık sıvazlayabiliriz. Neye hakkımız olduğunu bilmeden sahip olamadıklarımızın yasını tutmak, kendimize ve hayatımıza daha adilce yaklaşmak zorlaşır. Çoğu zaman yaşayacağımız zorlu duygulardan uzaklaşmak adına bir çocuğun gözlerinden kendimize bakmanın üzerini kapatırız. Gerçekten kolay değil. Yetişkin yaşamımız için de geçerli bu. Her dönemimizin, yaşımızın, şartlarımızın belirleyiciliği olur yaşamımızda. O zaman o şartlarda yapabileceklerimiz, bilebileceklerimiz, hissettiklerimiz demek ki onlardı. Yaptıklarımız, seçimlerimiz, karşımıza çıkanlar bizim için olumsuz bir sonuçta da olsalar, bizi çok zorlayan bir halde de bıraksalar o zamanın şartlarında, gerçekliğinde öyle var olduk, öyle kararlar verdik.
Bir çocuk olarak dünyaya geldik, bir çocuk olmanın geçmişini tüm kalıntılarıyla kendimizde taşıyoruz. Dünyaya oradan başladık, herkes gibi. Peki bu neden kötü bir şey olsun? Değil mi, bir şeylere hep yeniden başlıyoruz, bilmeden adım atıyoruz, acemiyiz. Bir yanımızla hep bilmiyoruz. Ve tekrar bir soruyla tamamlayalım, peki bu niçin kendimize ait sıfırdan bir hikâyeye başlamanın heyecanını da taşımasın?