Ne kadar hazırız yeni bir güne, günün ‘yeni’liğine? Bir düşünmek güzel olabilir.
Bizden farklı olana yan gözle bile bakmayan veya yalnızca düşmanca bakan bir toplum içinde olmak yaşayışımızı sınırlandırıyor mu? İlkeli olmak, bir ideale sahip olmak hayatımızı küçük kapalı bir kutuda mı geçirmek demek? Kendimizin ve başkalarının ‘farklı, alışılmadık” hallerine ne kadar ılımlıyız? Ne kadar kabul edip beğenebiliyoruz?
Farklılığın kabul edilmemesi bambaşka öykülere, görünüşe, ruhsallığa sahip olan bizlerin kendimizi ortaya koymamızı, kendi tercihlerimizle, hayallerimizle hayatımızı yaşamamızı olumsuz etkiliyor olabilir. Bir çocuk doğduğunda anne babasına benzer olması çok beklendik bir şey. Kaşı, gözü , huyu. Fakat bu benzerlik veya karşılıklı benzeme arzusu aynılığı dayatırsa bir hapishane haline geliyor. Doğduğumuz bedeni, kişiyi ne kadar kendimizde taşırsak taşıyalım bir başka ve bir öteki olarak doğuyoruz nihayetinde. Ve bu öteki olmayı yaşamımızda hep hatırlamak zorunda olduğumuz bir gerçeklik içinde yaşıyoruz. Fakat bir yandan da hem kendimizdeki hem başkalarındaki bu farklılık bizi büyüten, besleyen bir olgu. Bizim gibi olmayan eğer onun gibi olmak zorundalığını bize hissettirmiyorsa ve hiçbir orta noktada buluşamayacak olmanın da imkansızlığını hissettirmiyorsa bizim için öğreticidir. Besler ve büyütür. Başkasındaki farklılığa ne kadar yer açabiliyoruz kendimizde bir düşünelim. “Ama o başka düşünüyor.” “O öyle hissetmemiş.” “Onun öyle bir hassasiyeti yok.” “Onun öyle bir derdi yok.” Değil mi acaba kadar diyebiliyoruz?
Peki kendimize? Alışık olmadığımız bir hâlimizle tanışık olmaya karşı nasılız? Her yeni deneyim, yeni yaş, yeni iş, yeni ilişkiler kendimizin bambaşka yanlarını ortaya çıkarır. Acaba bir yandan da açığa çıkacaklardan, göreceklerimizden mi korkuyoruz? Ne kadar hazırız yeni bir güne? Günün ‘yeni’liğine? Bir düşünmek güzel olabilir. Şimdi daha evvel yeni olan bir gün batıyor. Yarın ise yeni bir gün doğacak. Bütün farklılığı ve içinde taşıdığı aynılığı ile. Selâmlayabilirsek ne mutlu.