Çevremizin her türden yaşama elverişli bir zemin olması çok hayati bir ihtiyaç. Başımıza bir şey gelse korunacağımızı, hakkımızın sorulacağını, beslenebileceğimizi bilebilmek doya doya, gözlerimizde parıltılarla yaşayabilmenin ilk adımı. Peki tam tersi, hep ölüme davet eden, yıkan ve umursamayan bir çevrede olduğumuzu fark etsek ne yapacağız? Yaşamı, iyi hisleri elden elde, avuçtan avuca kendi sıcaklığımızla ısıtmanın, kendi imkanlarımızla çoğaltmanın derdine koşacağız. Ölürüm Türkiyem meselesi ne kadar tak diye üzerine geldi. Ölmek değil yaşamak istiyoruz bu ülkede, tekrar tekrar görülmeyen ve anlaşılmayan da bu.

Korona virüsü ile başlayan dönemde toplumun hasta ve zayıf olan yaşlı kısmının nasıl gözden çıkarılabileceğine şahit olduk. Yalnızca hastalık tedbirleri, pozitif ayrımcılık bağlamında yaşanmadı bu durum ne yazık ki. Toplumda yaygınlaşan bir yaşlı nefreti bütün sosyal ortamlarda hissedilen bir fenomen haline geldi.

Kendimizden zayıf, farklı gördüğümüzü elemek, alt etmek eğilimlerine karşı zayıf olana sahip çıkarak, besleyerek, büyüterek topluma kazandırmak insaniyet adına avucumuzda kalan son umut damlaları. Her şeye hakkımız olduğunu, dünyanın bizim etrafımızda döndüğünü zanneden biz insanlar olarak katlettiğimiz yaşam alanları yetmiyormuş gibi her geçen gün bir yenisini ekliyoruz. Yaşama hakkını hayvanlardan alabilecek konumda nasıl görüyoruz kendimizi öncelikle bunu düşünmeliyiz diye düşünüyorum.

Bir yandan hayvanlardan zarar görmüş, hayatını kaybetmiş insanlar olduğu gerçeğine göz kapayalım değil. Fakat yasa dediğimiz her canlıyı korumalı. Hem insanı, çocuğunu hem hayvanı, çocuğunu. Sokakları tehlikelerden arındırmanın yolu eleme, öldürme çözümlerine girmek değil; ıslah etme, iyileştirme, kazandırma yolu olmalıdır. En azından “neyse ki insanız, insanlık var, insanlık bizi korur” diye güvenle bakabilmek için dünyaya buna ihtiyacımız var. Hepimizin