Uzun zamandan sonra, yine salondaki koltukta uyumaya başladım. Bu durum, kontrolü kaybetmek üzere olduğumun ilk ayak izleri anlamına geliyor benim için. Salondaki koltukta uyuyakalmanın ne demek olduğunu bilenler anlayacaktır. Sorunlar arasında kaybolma, kendi hayatında bir yaprak gibi savrulma, yenilmişlik duygusunun başka bir şekilde su yüzüne çıkması anlamına gelen bir boş vermişlik davranışına tekabül ediyor benim kişisel hikâyemde. İşin açıkçası, bu durumun sebebini bilmiyor değilim. Yeni bir yola girerken geçmişin ayaklarına dolanıp, eteğine yapışmasından başka bir şey değil bu. Ama şimdi olmaz, bu kadar yol almışken duramam.
Pazar sabahı erkenden kalktım. Kılıcı kalkanı kuşanıp direnişe geçmeye karar verdim. Duygu durumumda göremediğim, sinsice yaklaşan o şey ne olursa olsun kontrolü bırakmama adına bir silkineyim dedim. Ellerimi şaklatıp iddialı bir plan yaptım hemencecik. Mütevazi balkonuma güzel bir kahvaltı hazırlayacaktım. Sonra güzel bir çay demleyip, köşe yazılarına bir göz atacak, çalışma masamı düzenleyecek, ilerleyen saatlerde biriken İngilizce makalelerine çalışıp, okunacak kitapların olduğu rafı gözden geçirecektim. Araya makul mesafede bir yürüyüş sıkıştırabilirdim hatta. Camları açıp güneşsiz gökyüzünü görünce bir tökezledim gibi. Ama olsundu. Planda küçük bir revizyondan zarar gelmez, vazgeçmek yok! Hay aksi, o da ne, evde ekmek yok! Yetmezmiş gibi, zaten caymaya dünden gönüllü iradem, Ahmet Kaya’nın en sevdiğim şarkılarından oluşan listeyi açmamla nakavt oldu. Yanlış bir adım attığımın farkındaydım ama iş işten geçmişti bile. Ve ruhum, şarkıların sarmalında anıların pususuna düşüverdi apansız. Allah’ım bu anılarla ne yapacağım ben? Neden son bir yıldır bu kuyuya düşüyorum ki? Çok da uzun olmayan ömrümde hala yası tutulmamış, hesabı kapanmamış, ne kadar çok şey varmış yahu! Battı balık yan gider deyimine sığınıp bıraktım ben de kendimi. Hayatımda çok az olması ile övündüğüm keşke’lerimden birinde durakladı zihnim. Ve orada kalakaldım. Kahvaltı da yalan oldu haliyle.
En kalıcı hayat derslerini büyük şehirlerin keşmekeşliği, kirliliği ve hoyratlığı içinde edinirken, en güzel duygularımızı taşrada yaşar, haberdar olmadığımız başka bir “ben”le orada tanışırız. Ve taşra hep hazırdır aşka. Küçük kentlerin büyük masalları vardır. Köhnemiş sokaklar; köşe başlarında mevzi tutan çocuk heyecanları ile Şems’ini bekleyen sevda dilencileri barındırır. Fukara sokak lambalarının ışığında oynaşan kar tanelerinin altında, parmak uçlarının utangaç dokunuşlarıyla birbirine değen yüreklerce, zamanın sahipsizliğinde, hiç konuşmadan kelâmsız kadim yeminler edilir.
Aşkı beklemek, aşkı aramak, aşka yer açmak deyimleri beyhudedir, bilesiniz. Buna inanıyorsanız derhal vazgeçin. Zira hiç beklenmedik anda, siz ondan umudunuzu kesmişken, en hazırlıksız anınızda, hatta siz ona burun kıvırırken yakalar sizi, o muazzam kibriyle.
Aşkla ilgili beklentimizi nedense hep başka bahara erteleriz. Ve baharlara bağlarız bütün muradımızı. Oysa ben, en güzel sevda masallarını, uzak, dağlı kentin, zemheri ayazlarında okudum. Doğa ile birlikte her şey ölüme dururken, hayat güneşin batışı gibi hüzünlü bir gidişe hazırlanırken teklifsizce çıktı karşıma, hayatımı altüst etmeye yeminli gibi. Ve bir çocuğun anne memesinden koparılışı kadar sancılı oldu ayrılışı. Bir çocuk sevdim, şimdi çok uzaklarda. Bir çocuk sevdim, “adamlık”la kirletmemiş sevdalı halini. Ondandır sonbaharın Eylül’üne, Kasım’ına kadirşinaslığım. Ondandır, güneşe vurgun biri olarak Ocak’a, Şubat’a hürmetim. Ondandır, bahara, yaza, bile isteye aldanışım. Bütün mevsimleri onunla sevdim.
Eylül’le geldi… Ve yeni, bambaşka bir mevsim olarak yer etti hayatımda. En masum, en temiz ve sonsuz şükran duyduğum, kıymetli bir anı olarak kaldı en kuytumda. Ailesini tanıyordum. Annesi ve babası yoldaşımdı ve olmazdı. Beni başka bir kimlikle tanıyorlar ve saygı duyuyorlardı. Dava insanıydık güya, yakışmazdı niyeyse. Defalarca kovdum kapımdan, yüzlerce kez olmaz dedim. Omuzları düşerek gitse de, sonraki günlerde yine aynı coşkuyla çıktı yollarıma yeniden, yine ve yeniden. Her sabah ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi aynı heyecanla dolandı durdu etrafımda. Sonbahar yağmurlarına aldırmadan, sokağın köşesindeki duvarın dibinde mahsun, bir o kadar inatçı bekleyişi itirazlarımı sönümlendirdi. Heyecanlı, taşkın adımlarına eşlik ettim. Yüzünün güzelliği, Neşet Ertaş türkülerini söylerken ki içli sesi, beni baştan çıkardı. Kimi zaman cebinden renkli şekerlemeler, bazen de bir uğur böceği çıkarır avucuma bırakırdı. Ya da bir bahçeden aşırdığı bir çiçek dalı çıkarırdı jilet gibi takımının cebinden. Yan yana yürürken, yanı başımızdan geçen insanlara aldırmadan Edip Cansever, Cemal Süreyya şiirleri okurdu kulağımın dibinde. Nefesinin tenime her değişinde dizlerimin bağı çözülürdü. Sürprizlerle doluydu. Bi kamyon hikâye biliyordu, hiçbir kitapta okumadığım. Onunla yan yana, bazen hiç konuşmadan uzun yollar yürürdük. Ara sokaklara girerek yollarımızı uzatırdık, varış noktasını unutarak. Her kar yağışında bir bahane ile kapıma gelir, bir şey gösterme bahanesi ile beni dışarı çıkarırdı. Bu bahanelerine, her duyduğumda aynı sahicilikle aldanırdım. Sokak lambalarının altında oynaşan kar tanelerinin dansını izlerdik bir mucizeye bakar gibi. Oysa asıl mucize onun hayatımdaki varlığıydı. Özellikle karın lapa lapa yağdığı akşamlar gelir, beni kandırır, ışığı en parlak olan sokak lambasını aramaya çıkardık. Sokakları zaten dar olan eski mahallelerin geçidi andıran, bahçe duvarları yüksek evlerin arasındaki uzun ve dar aralıklarını çok severdik. Kış gecelerinin karanlığında şehirdeki bütün kuytuları ve geçitleri dolaştık onunla çocuklar gibi kahkahalar atarak. Defalarca, karşımıza çıkan köpek sürülerinden kaçtık soluk soluğa. Şimdi düşünüyorum da o yıllarda Ohal’le yönetilen kentin sokaklarında devriyelerle karşılaşmamış olmamız büyük bir şansmış ve yaptığımız delilikmiş. İmanımızı gevretirlerdi yeminle. Hiç tanımadığımız mahalle düğünlerinde, davetli edası ile halaya girdik yan yana. Deli gibi çarpan yüreğim onun parmağına takılı serçe parmağımda atıyordu sanki. Cebimizdeki son paraları gelinle damada taktık bir keresinde. Aile büyüklerini ziyaret ettiği köy dönüşlerinde ıtır kokulu yabani çiçekler toplar getirirdi bana. Ceketinin cebinde buruşmuş olsalar da aldığım en nadide çiçek demetleriydiler. Mevsimin ilk dondurmasını, ilk çileğini beraber yedik. İkimizde işimizi sevmemize rağmen, iş güç ya da hayatın zorlukları hiç konu olmadı sohbetlerimize. Benden iki üç yaş küçük olmasına rağmen adımlarımla beraber hayatımın akışını da ellerine bıraktım sonunda. Hangi babayiğit direnebilirdi ki?
Çok isterdim bu yazıyı kendi anadilimde yazabilmeyi. Çünkü insanın kendi anadilinde sevgi sözcükleri duymasının hazzı, sözcüklerin büyüsü kadar seslerin tınısının ruhun derinliklerinde damar damar yayılmasını hangi cümle ile anlatsam kifayetsiz kalır. İlk onun dudaklarından döküldü adımın kendi dilimdeki karşılığı. Ve adımı çok sevdim. “ Ben sana çok alıştım” “ Hal çaresi yok, beni sevmelisin” “oluru yok, ben senden gidemem…” “ anlasana bin yıldır seni beklemişim” gibi size alelâde gelebilecek sözleri ben kendi dilimde duydum, ayağım yerden kesilerek. “Seni seviyorum” cümlesi her dilde güzeldir muhakkak. Ki benim dilimde de sarhoş edici bir güzelliktedir…
Haklıydı, iflah olmaz bir tutkundu. Uzun ve sert geçen kışların coğrafyasında sımsıcak gülümsemesi ile haylaz bir çocuktu. Aradan yüzyıllar geçti sanki ama şu an, bu satırları yazarken kokusunu duyuyorum esmer ellerinin. Yandan çarklı gülümsemesinde dudağının kuytusundaki gamzesi ezberimdedir hâlâ. Ve gece siyahı saçlarının bütün kıvrımları aklımdadır bugün bile. Çok sonra söyledi bana, benimle yaşıt görünmek için saçları ağarsın diye şakaklarına sık sık kolonya sürdüğünü. Bunun bir şehir efsanesi olduğunu söylediğimde kahkahalarla gülmüştük. Bütün engelleri kaldırmak istiyordu kendince. Oysa benim davama dair aşılmaz soğuk ve katı ilkelerim, topluma dair ayıplarım ve günahlarım vardı. Sanki herkes beni ayıplıyor, her bakış yargı ifadesi taşıyormuş gibi hissediyordum. Şimdi ise bunu kendime ve ona nasıl, hangi psikoloji ile yaptım aklım almıyor.
Durmadan engellerden bahsetmem onun gülüşünü soldurdu, zamanla kederli bir adama dönüştü. O ikna olunca, bir süre birbirimizden uzak duruyor, ikimizden birinin hileye başvurması ile yine başa dönüyorduk. Benim gözümde hayalperest bir Don Kişot’tu. Bir sürü sorunla karşılaşacaktık ve bunu ona yapma hakkı bulmuyordum kendimde. Şimdi trajikomik gelse de, kendimi yaşlı hissediyordum. Oysa daha otuzunda bile değildim. Onu bana yar etmeyeceklerine, onu hak etmediğime inandırmıştım kendimi nedense. Ödeyeceği bedelin sebebi olmamak için ondan vazgeçtim. Benim için de hiç kolay olmadı, iradeli görünmeme rağmen. Vedalaşamamamız ben şehri terk edene kadar sürdü. Sonraki yıllarda iki eski dost gibi görüşsek de beni hiç bağışlamadığı okunuyordu gözlerinden. Beni asla unutmayacağını düşünmem rahatlatıyordu bir yanımı. Sonra öğrendim benden daha güzel şeyler vardı artık hayatında. Harika bir eş ve muhteşem çocuklar…
Yıllar acı bir şekilde öğretti bana, onun aşkı için savaşa hazır bir kahraman, benimse bir korkak olduğumu. Şimdiki ben, uzattığı o eli tutardı. Her engeli aşar, aşkın peşinden giderdi bedeli ne olursa olsun. Hayatımın büyük bölümünde hayallerinin ve duygularının peşinden gitmeyi yeğleyen, her işte önce yüreğinin sesini esas alan ben, ilk kez kalıpların, sınırların, gerçeklerin karşısında boyun eğmeyi yeğledim. Korkakça davrandım. Oysa evrenin sunduğu bir güzelliği yaşamak kadar güzel, onun için mücadele etmek kadar onurlu ve cesurca ne kaldı ki hayatımızda?
Çok mu kişisel bir yazı oldu? Yeminle, hep rahmetli Ahmet Kaya’nın suçu. Bide biz bizeyiz şuracıkta, yabancı mı var Allah aşkına? Hem bunda ne var ki? Sonuçta sevda da hayata dair değil mi?
Bu arada “sürgün” yazımı subliminal mesaj olarak okuyan evrenin ya da ilahi makamın, bu yazımı da dikkate almasını canı gönülden niyaz ederim. :))
Aşk kapınıza geldiğinde, hürmet gösterin efendim. Sevgi ve umutla kalınız…