Mahalleye taşındığımızda ilk komşuluk ilişkimiz Cafer amca ile oldu. Evi, yolun diğer tarafında, bizim evin karşı çaprazına düşüyordu. Evin önündeki bakımsız bahçesinde yabani otlar boy vermişti. Yalnız bir adamdı. Uzun boylu, dalgalı kumral saçları vardı. Mavi gözleri olan birini ilk kez görüyordum. Dudağının kenarında ya da elinde sigarasız hiç görmedim onu. Elektriğimiz bağlanana kadar onun evinden bizim eve çekilen seyyar lamba ile idare ettik. Oyundan eve geldiğimizde onu toprak avlumuzda çimento torbaları ve tuğlaların arasında babamlarla çay içerken görüyorduk çoğu zaman. Çoğunlukla evine sarhoş geliyor, orada olmayan karısına bağırıp çağırıyor, kapıları tekmeliyor, küfürler savuruyordu. Sesi kesildiğinde sızdığını anlıyorduk. Bazı akşamlar babam, çoğu zaman da nenem onu yatıştırmak için yanına giderlerdi. Nenem her gelişinde onunla ilgili öğrendiklerini evde anlatırdı. 

       Nenem çok acıyordu ona. Sık sık ondan bahsediyordu büyüklere. Kısa sürede onu himayesine aldı. Evini çekip çevirmeye, yemek götürmeye, tarla işlerine yardım etmeye başladı.

 “Cafer’in kahrına dayanmak kolay mı? Değil elbet.  Yine de insan evini kocasını bırakıp gider hiç? Bunların adetleri de çok kötü anam. Çok kötü… Zoru görünce bırak git, olacak iş midir?  Yolun karşısındaki diğer üç ev var ya, sıralı… Hah, işte onların hepsi bununla ana bir, baba bir kardeşler. O gördüğünüz tarlalar, arsalar hep babalarından kalmış. Husumetleri varmış, kafası gidikken hep anlatır bir şeyler de dilinden anlamam ki. Yalan dünya işte. Mal mülk kardeşi kardeşe düşürür. Ama kardeşlik böyle mi olur? İnsan kapısını çalmaz mı kardeşinin? Açtır, toktur, ölüdür, diridir insan hiç gelip bir sormaz mı? Gâvur olsa yine de el verirsin insanlık hatırına. Vay anam vay, bu şehirlilerin adetleri pek kötü?”

       Bir süre sonra kadın çocuk, Cafer Amca’nın tarlasında çalışırken bulduk kendimizi. Onun mahsulünü toplar, kalabalık ailemizle onun işlerini kısa sürede yapar olduk. Annemler pek Türkçe bilmiyordu. Dedem de. Nenem yoksa ablamla benim aracılığımla anlaşıyorlardı Cafer Amca ile. Dedem ve kadınlar patlıcanları, marulları, lahanaları fideyken çapalar, toplama zamanı gelince yine hep beraber ona yardım ederdik. Marulları çeşmenin havuzuna sıralar, çeşmenin tazyikli suyunda yıkadıktan sonra, elden ele uzatıp kasalara yerleştirirdik. Kasalama işi hep ikindi üzeri yapılırdı. Patlıcanları kasalamak daha zevkliydi çünkü kasalara önce gazete yerleştiriliyordu. O gazetelerin bazılarında kısa hikâyeler olurdu. Halam mal gelene kadar geçen kısa boşluklarda o hikâyeleri okurdu. Ben, ablam ve halam balyalar halinde getirilen gazetelerdeki kasalara yerleştirirken boy boy artist resimlerine bakardık. Halam resimlerin altındaki yazıları heceleyerek bize okurdu, biri önümüzden çekip kasaya yerleştirene kadar. Hiç beklemediğimiz bir anda nenem tepemizde biterdi. İşaret parmağını çengel yapıp halamın omzunu dürtükler, kaldırırdı bizi gazetelerin başından.

        Bazen babamlar da işten gelince işin ucundan tutarlardı. Ama çoğunlukla Cafer Amca ile merdivene oturur, hoşbeş ederlerdi. İşler bitince halam bize çay demler getirirdi. Sokak lambalarının altında, gece yarısına kadar neşe içinde sohbetler edilirdi. Gece yarısından sonra yüzü yanık, yanakları ve kocaman dudağı aşağıya sarkık bir adam pikabı ile gelir, yüklenen kasaları “hâl” denilen yere götürürdü. 

        Cafer Amca tarladan yeni toplanmış sebzelerden bize mutlaka ayırır hatta yoldan geçen tanımadığı insanlara bile verirdi. Ertesi gün de beyaz gömlek giyer, limon sıktığı saçlarını arkaya yatırır, gürültülü motor kuzusuna biner çarşıya giderdi. Gece yarısı eve sarhoş dönerdi. Bazen de bir dahaki kasalamaya kadar balığa çıkar iki üç gün gelmezdi. Getirdiği balıklardan bize de gönderirdi. Balıkların nasıl temizlendiğini ve nasıl pişirildiğini annemlere Cafer Amca öğretti. İlk kez balık gören ablamla ikimiz, temizlenişini ilgiyle izlerdik. Nenem çok kızardı balık yaptığımız günler. Balığın ölüsünden korkar mı insan? Nenem korkardı. Onun gibi korkusuz bir kadın nasıl balıktan korkar anlamazdım. Balık geldiği gün, gider tandır mutfağında yatardı. Cafer Amca’ya da verir veriştirirdi.

   Cafer Amca genellikle sigara, ekmek ve peynir almam için beni bakkala gönderirdi. Tıraş bıçağı ve kokulu sabun aldırdığı da olurdu. Daha okula başlamadığım için bir bir ezberletirdi bana alacaklarımı. Hiç bana ismimle seslenmez,  “gara gız” diye çağırırdı beni. Kesin o da biliyordu ismimi sevmediğimi. 

        Aylar sonra bir gün Cafer Amcanın evine birileri geldi. Ertesi gün daha kalabalık geldiler. Bohçalar dolusu eşya ve genç bir kadın bırakıp gittiler. Sonraki gün öğrendim; Cafer amca yeniden evlenmişti. Yuvarlak yüzlü, yumuk gözlü, etli butlu oldukça genç bir kadındı yeni karısı. O, her gün balkondan sofra çırparken, çeşmeden su taşırken ya da pencereden dışarıyı seyrederken, ben de onu izlerdim. Bütün mahalleli gibi benim için de yeni birisiydi. Cafer Amca benim aklımda hep yalnız bir insandı, tek bir kişiydi. O güne kadar hiç çok kişi olarak düşünmemiştim onu. Ama artık iki kişiydi.

        Çeşme başında kadınlar yarım yamalak bildikleriyle konuşuyorlar da, konuşuyorlar. Nenemden dolayı her bir şeyi, hem de en doğrusuyla biliyorum zaten. Bana sorsalar hepsini bir bir anlatacağım ya, beni insan yerine koyan yok. Cafer amca bu illete yakalanınca önceki karısı onu bırakıp gitmiş. Biz daha mahalleye taşınmadan olmuş. Başkası da illetten değil, çok içtiğinden gittiğini söylüyor. Sarhoş adamın kahrı çekilmezmiş. Ama kadın çok güzelmiş, bir içim suymuş ki, deme gitsinmiş. O gittikten sonra çok yalnız kalmış. Kadınlardan biri, erkekler için yalnız kalmak iyi değil diyor, bilmiş bilmiş. Onun için kendisinden epey genç olan bu kızla evlendirmişler. Düğün yapmamışlar. Yapılmayan düğün ve anasının babasının gelmeyişi kadar kimlerden olduğu çeşme başında günlerce mesele oldu. Kimi diyor; babasıgil çarşının göbeğinde otururmuş, kimi diyor; babası bilmem ne kasabasının en zenginiymiş. 

     Cafer Amca artık eskisi gibi içmiyor, eve sarhoş gelmiyor, bağırıp çağırmıyor ne zamandır. Kadınların dediğine göre evlilikte keramet varmış. Keramet ne bilmiyorum ama benim aklım Cafer Amca’nın gelininde. Haftalarca çeşmenin başında, ya da ağaçların altında oturup beni çağırmasını bekledim günün belli zamanlarında. Ama hiç çağırmadı gâvurun kızı. Cafer Amca çağırırken ismini duydum; “Gülşen!” Ne güzel isimdi Gülşen. Cafer Amca onu çağırdıkça onunla beraber ben de içimden söylüyorum adını. Gülşen! Gülşen! Mahalleye geldiğinden beri onunla yatıp onunla kalkıyorum. Günlerdir aklımda başka bir şey yok. 

      Gülşen ne annemler gibi uzun etek, ne de diğer kadınlar gibi şalvar giyiniyordu. Bağrı açık elbisesinden cıbıl cıbıl etleri, açıktaki kolları, tombul bacakları kısa olan fistanından bembeyaz ışıldıyordu. Annemler gibi basma eteğin altına uzun paçalı don da giymiyordu. Dizlerinin üstüne kadar gelen etini sıkan lastikli kısa pazen dizlik giyiyordu. 

         Öyle güzel bir kadın sayılmazdı. Her güne yenisini giydiği, rengârenk desenli elbiseleri onu diğer kadınlardan başka gösteriyordu. Diz hizasından aşağı tek bir elbisesi yok. Gür kumral saçlarını hep atkuyruğu yapar, nadiren çıktığı gezmelere giderken de saçlarını omuzlarının üstüne salardı. Bizleri görmüyor gibi geçip giderdi yanımızdan. Balkona çıksa, camı açsa, ahıra gitse, çeşmeye inse, merak edip de çevresine bakmıyordu. Sanki biz insan değil, börtü böceğiz, taşız, ağacız dikiliyoruz orda. Eşeğin kızı!  Sonra yüzü, nedense yüzü hiç gülmüyor iş yaparken.  Belki de sadece iş yapmayı sevmiyordu benim gibi. O bilmiyor ama ben onu anlıyorum, iş yapmak hiç güzel bir şey değil.  Evet, anlıyorum ben onu. Çünkü ahıra girip çıkarken ya da tarladan ona seslenen Cafer Amca’nın yanına giderken aynı benim gibi ayaklarını yere vura vura yürüyor. Ta uzaktan dudaklarını okuyabiliyorum; öyle böyle değil, çok fena söyleniyor, çok!

        Gülşen, hiç bizden tarafa bakmazdı, kimseyle konuşmadı uzun bir süre. Cafer Amca çağırmadan gitmezdik evlerinin önüne bile. Çeşme başında karşılaşsak da, o geçerken hepimiz kenara çekilirdik. Çekilmesek sanki üstümüzden geçip gidecek bir hali olurdu. O kadar yoktuk onun için.  Kadınlar onun bu haline dudak bükse de hiç elleşmediler.  Sadece arada nenem yokluyordu onları. Nenem hiçbir sınır tanımazdı. Ayıp, günah, yasak nedir bilmezdi.

         Cafer Amca yine çağırıyor beni. Koşa koşa gidiyorum, yeni gelini yakından görürüm diye. Hiç oyalanmadan gidip geliyorum bakkaldan. Yine beni o karşılıyor merdivenin başında. Tabi kuruşluk vermeyi hiç unutmuyor. Benim derdim kuruşluk değil ki. Yani emeğimin karşılığını versin tabi ama yeni gelini de bir göreydim, iyi olurdu hani.  Diğer günler de böyle devam etti. Her seferinde Cafer Amca çıkıyor kapıya. Birkaç kere sessizce çıktım merdivenleri. Terliklerimi çeşmenin taşlarına bırakıp parmaklarımın ucunda yürüdüm kapıya kadar. Nasıl duyuyorsa Cafer Amca önümde bitiveriyor, alıyor kucağımdakileri.  

       Birkaç hafta sonra misafirleri geldi gıcır gıcır, pembe renkli, filmlerdeki gibi üstü açık uzun bir otomobille. Arabadan inmeden, avucum kadar kocaman renkli gözlüklerinin üzerinden şöyle bir süzdüler mahalleyi, çeşme başındaki bizleri. Mahalleden ötürü ne geçiyordu içlerinden, kimse anlayamadı suratlarının yarısını kaplayan renkli camlar yüzünden.  Ama sonraki günlerde, tiksintiyle baktıklarını gördüğünü anlatacaktı birkaç kişi. Elleri kolları ağzına kadar dolu kâğıt torbalarla indiler otomobilden.  Merdivenleri çıkıp tül perdenin arkasında kayboldular.

           Gülşen’e gelen süslü konukların merakı bütün kadınları çeşmenin başına çekti mıknatıs gibi. Kimi dolu güğümü boşaltıp geldi su almaya, kimi tereğindeki temiz kap kacağı indirip geldi. Kimi telden temiz çamaşırları çekip geldi tekrar yıkamak için. Bir süre sonra, mahalleye yayılan yanık kokusundan, bazı yarım akıllıların yemeğin altını kapatmadan geldiği anlaşıldı. Annemler ve Meftune Yenge dışında mahallenin bütün kadınları kızları çeşmenin başına üşüşmüş, kahkahalara kulak kesilmişlerdi. Meftune kurumundan, annemler ise korkularından dolayı uzak dururlar başkalarının meselelerinden. Ben de bugün yıkama sırası ablamda olmasına rağmen boklu bez leğenini kaptığım gibi indim çeşmeye. Benim geliş sebebim başka. Basit bir merak duygusunun peşine takılıp gelmiş değilim. Dedim ya, bir şeyler olurken orda olmalıyım, başkasından dinlemenin tadı tuzu olmuyor diye. Bir olayı daha güzel anlatmak için hayal gücü de lazım. Herkeste o yetenek yok ki. Hayal gücü gerçeklerin olduğundan daha güzel görünmesini sağlıyor. Ayrıca Gülşen’e yaklaşmak için onun hakkında daha çok bilgi toplamalıyım ki, adımlarımı ona göre atmalıyım.

       Bezleri yıkadığım ark, Cafer Amca’nın bahçesi ile şose yolun arasında, tül gerili açık kapının tam karşısına denk düşüyor. Bahçede boyumu aşan güller, çiçekler beni saklıyordu.  Daha ben elimi bezlere sürmeden Polisin evinin arka tarafında oturan Iraz Kadın’ın evde kalmış iki kızı Dürdane ile Raziye tepemde bittiler. Her biri bir tarafıma oturup leğenden bezleri önlerine çektiler.  Bir hevesle çitilemeye durdular içi topak topak boklu bezleri. O kadar ki benim aralarından sıyrıldığımı ve arkın öte tarafına atlayıp karşılarına tünediğimi bile fark etmediler. Huşu içinde bezleri yıkarken bir taraftan da arkalarındaki pencereyi dinliyorlar. Dizleriyle birbirlerini dürterek fısıldaşmaya başladılar.

“Bacılarıymış gelenler.”

“ Nerden anladın hemencik, şipşak?

“ Ta buraya oturdun, daha da işitmiyon mu seni samıt?  ‘Babam orda kalsın, kendi etti kendi buldu, dizini kırıp oturacak o kadar diyor’ dedi ya şimdi.”

“Maşallah sende de ne kulak varmış bacım? Kelimesi kelimesine nasıl da duydun?”

“Çeneni azıcık yumarsan, sen de duyarsın.”

“ Amanın! Gı, bizden mi gonuşuyo bu yosmalar?”

“ Deliye bak, niye bizden gonuşsunlar. Bizi gördüğü, bildiği mi var, mahalleliden bahsediyor, mahalleliden.”

“ Alığa bak, bizde bu mahalleden değil miyiz?”

“ Sus azıcık, duyamıyom gonuştuklarını.”

Onlarla beraber çeşmenin başındakiler de, bir dinleyip bir fısıldaştılar. İçerdekilerin kahkahaları, dışardakilerin içini gıdıklıyordu besbelli. Bezler emin ellerdeydi nasılsa, kalkıp iki adım ilerideki çeşmenin başına oturdum. Beni görür görmez Esme Abla hınzır bir bakışla göz etti bana.

“ Kız Verdek, bi koşu git hadi. Belki bakkaldan alıncakları vardır. Ne konuşurlar, kulağına doldur getir hele.”

“ Yok, gitmem. Çağrılmadan gitmem kimseye. Hem nenem kızar.” Ben omuz silkince hepsi düşmanmışım gibi baktı bana. Gider miyim hiç? Canıma mı susadım ben? Hem o çağıracak beni. Hiç kaçarı yok, eninde sonunda çağıracak.

“ Neye kikirdiyo bunlar bu gada gı?”

“Bize kikirdiyola Esme Abla.”

“ Bize mi? Neyimiz varımış bizim? Açıkta bir yerimizi mi görmüş gancık. Yüzümüze baktığı mı var ki?”

“ Ne bilem bakıyomuş demek ki. Bizden ötürü, bıyıklı kadınlar sokağı dermiş kendince.”

Suratlar ekşidi. Bütün kadınlar birbirinin bıyığına baktı. Fısıltılar sürüp gitti.

Benim bez leğenini kucaklayıp çeşmenin başına çömdüler Iraz Kadın’ın kızları.

“Duyuyonuz mu ettiği lafları?”

“ Ne dedi, ne dedi, söylesene kız.”

“Şalvarlarından yayılan kokuyu beş metre uzaktan alıyorum, kocaları nasıl onlarla aynı yatağa giriyor anlamıyorum, diyor. ”

“Ne diyon gız sen?”

“ Ben der miyim gıı, o diyor Esme Abla, bizden ötürü diyor!”

“Hoşt! Çok derdine düştüyse madem, o gelip yatıvesin heriflerin altına…”

“ Görüyon mu aşufteyi, neler anlatır? Bizi beğenmezmiş de ondan varmazmış berimize…”

“Şeytan diyor, dayan kapıya, indir tülü aşağı, girişiver hepsine. Dola saçlarını bileğine, döndür Allah döndür…”

“ Aman abla, Cafer Abi’nin hatırını mı ezip geçcen. Boş ver, gençliğine, cahilliğine ver abla.”

“ Susun ayol, susun da duyalım işin aslını.”

“ Bak sen. Kırdığı cevizlerden sebep gelmiş Cafer’e.”

“Öyle deme Esme abla.”

“ Ne diyeydim, bak sana ne konuşur bizden ötürü.”

“Deme sen yine…”

“ Ne olmuş, ne olmuş?”

“Kız gönülsüz gelmiş.”

“ Halinden belliydi.”

“ He ya, belli halinden…”

“Oh olsun, canıma değsin!”

“Öyle deme, yazıktır abla. Deme öyle.”

“ Hayırsız bir yavuklusu mu ne varmış.”

“ Deme! Vah gadınım vah!”

“Ciğeri yanmış zaar.”

 “Amanın deyyusa bak,  kıza kara çalıp gitmiş he? Yazık!”

“ Söz vermiş, sözünden caymış…”

“ Yok öyle demedi, hiç sebep yokken kayıplara karışmış. Duydum ben, öyle dedi.”

“Kızı öylece ortada mı bırakmış amanın! Bak sen namussuza…”

“Erkek milletine güven olur mu hiç? Niye vermiş o da; dünürcü gelmeden,  düğün etmeden…”

“ Öyle deme abla, kara sevdaya düştüyse demek ki…”

“ Irz düşmanı, ateşlerde yanasıca, kör kuyularda ipsiz kalasıca…”

“Boyu devrilesice…”

“ Boyu devrilesice!”

“Yazık! Ondan kelli ki, yüzü hiç gülmüyor.”

“ Ahan da aynı Türkan Şoray’ın başına gelenler…”

“Yok, Fatma Girik’in filmiydi o.”

“ Bak bak, ne dedi bacısı; ‘unut o baldırı çıplak zibidiyi, aklından çıkar at artık’ dedi.”

“Unutsun tabi, şerefsize bak sen!”

         Perdenin arkasından bölük pörçük duyduklarını, izledikleri filmlerden kalan sahnelerle tamamladılar.  Ve bir sürü üzücü şey getirdiler Gülşen’in başına. Çok şey anlattılar da aklımda tutamadım onları. Gülşen’in kendilerine burun kıvırdığını, hor gördüğünü, hatta tiksindiğini duydukları sözlerini suyun sesinde unuttular.  Gülşen, bütün mahalle için hüzünlü bir aşk hikâyesinin kadersiz kurbanıydı artık. Fısıldaşmalar çeşmenin başında bir uğultuya döndü. Artık konuşulanları takip edemiyordum. Kafam, bi kamyon yük taşıyor sanki. Laflar dönüp dolaşıyor beynimde.  

          Çeşme hiç boş kalmadı o gün. Kadınlar geldi gitti çeşmenin başına.  Akşama doğru, Gülşen’in misafirlerini bırakan otomobil korna çalarak gelip, tam çeşmenin üstünde, benim arkamda durdu.  Bütün kafalar yukarıya kalktı, bakışlar otomobile kitlendi. Haberliymiş gibi, o anda nenem bitti tepemizde. Hemencik anladı vaziyeti, anlamaz mı? Şu nenem var ya, cin gibi kadın… Çeşmeye doğru eğildi. Otomobilden inen adama duyurmadan dişlerinin arasından söylendi.

“ Mahalleyi yanık kokusu sarmış orıspiler. Heriflerinizin önüne kararmış tencereleri mi koyacaksınız? Toplayın çanağınızı, çömleğinizi. Haydi! Haydi, herkes evine… Kancıklar sizi…”

         Rüzgârda tülleri salınan pencerelere takılı kalan acıklı bakışlarıyla, alelacele çeşmenin başından evlerine çekildiler. Yıkanmış, sıkılmış bezlerle kaldım çeşmenin başında. Nenem ellerini arkasında bağlayıp teklifsizce, oldukça genç görünen adamın yanına gitti.

“Hoş gelmişsen oğul, Gülşen’e gelmişsen?”

“Hoş bulduk Teyze.  Evet, ablamı ziyarete geldik bizimkilerle. Geç oldu, almaya geldim şimdi.”

“Gelin tabi, iyi etmişsiniz. Her zaman gelin, hep gelin.”

Nenem bana göz etti, anladım hemen. O da arkamdan yola düştü. Sonra durdu, adama döndü. Ona doğru yürüdü. İçindekileri asla tutmaz nenem. 

“Söyle merak etmesin ananlar. Gözüm, kolum, kanadım üzerindedir evelallah.”

“Sağol teyze, söylerim bizimkilere de. Dik kafalıdır ablam ama iyi kızdır.    “

“Öyledir muhakkak.  Zaman her derdin devasıdır.  Zaman geçsin hele, alışır elbet. Mahalleli de iyidir. Biz de az görmedik, az yaşamadık oğul… Yabani insanlar değiliz. Tanısın hele, o da sevecek mahalleyi.”

       Gülşen bizi sevmedi. Mahalleyi de, Cafer Amca’yı da… Aslında hiçbir şeyi sever gibi değildi.  Mahallelinin dilindeki Gülşen hikâyesi ise bin bir türlü haliyle devam etti epey zaman.

  Çeşmenin başına gelenler arada perdelere bakış atıp;

“Bildiğin mapusluk bununkisi de anam. Çıksana az insan içine.”

“Yok, yok! Kadın kızım, durucu değil bu.” Çeşmenin ıslak taşında parmağını kaydırdı.

 “Ahan da buraya yazıyom. Durucu değiiiil!”

“Nerden bildin abla, fal mı açtın yoğusam?”

"Fallık işi mi var, ayan beyan bellidir, durucu değil.”

         Aylar sonrası, bir gece bağırışları duyup dışarı çıktık. Cafer Amcalardan geliyordu sesler. Nenem koştu hemen. Demir kapıya yüklenmesiyle sesler kesildi. Hepimiz balkonun duvarına sıralanmış karanlık ağaçların arasından, Cafer Amca’nın kapısını görmeye çalışıyoruz. Bu sefer sadece nenemin sesi duyulur oldu. Nenem kırık Türkçesi ile verip veriştiriyordu. Kolundan çekip bir çocuk gibi dışarı attı Cafer Amca’yı. Babamlar onu da alıp yolun karanlık ucunda kayboldular. Geri geldiklerinde babam da, Cafer Amca da, onlarla giden işçiler de sarhoştu. Babam ilk kez içki içmişti. Merdivenlerden çıkarken yanağımı okşadı, ilk ve son kez. Nenem o gece eve gelmedi, Gülşen’in yanında kaldı. Allahtan gelmedi, yoksa hepsini sopadan geçirirdi, inanmazsınız ama yapardı yeminle.

          Nenem sabah eve geldiğinde öğrendik. Sarhoş gelmiş, Gülşen’i dövmüş sebepsiz yere. Gülşen’i birkaç gün görmedik pencerede, balkonda. Cafer Amca, uzun zamandan sonra yeniden içmeye başlamıştı. O günden sonra da bu hep böyle devam etti. Gülşen birkaç kere küs gitti babasının evine. Mahalleden büyükler toplanıp, geri getirdiler her seferinde. Ne zaman kavga etseler nenem koştu, Gülşen’in;  “Koca Nene, yetiş Koca Nene!”  feryadına.  Zamanla mahalle onların kavgalarına, Gülşen de bize alıştı. 

       O kavgalardan sonra Gülşen değişti. Mahalleye, yani bize döndü yüzünü. Bizim de “Gülşen Yenge’miz” oldu böylece. Nerden bulduysa altına bir şalvar geçirip çeşme başına geldi önce. Bir iki derken kalabalığa karıştı, laf aldı, laf verdi. Derken; kulplu porselen fincanlarda kahve yapıp balkonunda misafir etti çeşmeye gelen gideni. Onlarla kaynaşır kaynaşmaz ilk iş olarak bütün kadınların bıyıklarını elden geçirdi. Sonra da, her bir yerlerini. Şekerden yaptığı ağdanın tatlı kokusunu alan, çeşmedeki kap kacağını bırakıp onun kapısında bitti. Bir zamanlar, onun sesini duymak için kulak kesildikleri perdelerin arkasından artık onların sesi duyuluyordu. Gülşen onların bacaklarını sırasıyla yolarken, çıkardıkları acı bağırışlara diğer kadınların kahkahaları eşlik ediyordu. 

        Gülşen Yenge kısa sürede her işe karışır, herkese laf yetiştirir, kimseden lafını esirgemez oldu. Zaman içinde barışsa da, sokağımızda kavga etmediği pek kimse kalmadı. Komik şeyler de anlatırdı. Çeşme başına, merdivene, asfaltın kenarına, o nereye oturursa, dakka demeden, etrafını kadınlar doldurur oldu. Gülşen’de hikâye de çoktu, dedikodu da. Kadınların, gençlerin, çocukların bile sorunlarını hallederdi kendi çözümleriyle. Uçurtması yırtılan, anasının dayağından kaçan, yaralı kuş bulan onun yanında alıyordu soluğu. Her derdin, her sorunun kimsenin akıl edemediği bir çözümü vardı onda.  Tuhaf tuhaf laflar, küfürler biliyordu. O konuşmaya başladığında kadınlar yazmalarının ucunu ağızlarına sokuyor, genç kızlar domates gibi kızarıyordu. Mahallenin erkekleri de onunla sohbet etmeyi severdi. Ben ve ablam yaşındaki çocuklar aval aval ne konuştuklarını anlamaya çalışırdık. Çeşme başında konuşulan birçok sözcüğün anlamını bilmiyordum. Üçüncü bir dil konuşuyorlardı galiba. Bu hiç iyi olmamıştı. Tam Türkçe’yi söktüm derken bir de çeşme başındaki dil çıkmıştı. 

       Gülşen Yenge nasıl yaptı bilmiyorum ama kendiyle beraber mahallenin havasını da değiştirdi. Mahallenin gençleri onun bahçesinde toplanır oldu. Kızlı erkekli yakar top, istop ve beştaş oynuyor, ip atlıyorlar, yaşlılar da neşe ile onları izliyordu. Sohbetler, şakalaşmalar, kavgalar, dedikodularla o sakin mahalle birden kalabalıklaştı sanki. Gülşen Yenge, çevresinde insanlar varken çok mutluydu. Dondurmacı geçer, Cafer Amca herkese dondurma alırdı. Kimi zaman da Gülşen Yengenin canı çekiyor diye, çekirdek almaya gönderirdi beni. Koca bir torba çekirdek alır gelirdim. Çeşme başına dizilen ve onların avlularında oturan kadınlar torbadan çekirdek avuçlayıp eteklerine, şalvarlarına koyar hava kararana kadar çekirdek çitlerlerdi.  Gülşen kısa sürede mahallenin ikinci önemli kadını oldu. Birinci önemli kadın benim nenemdi tabii ki.

...