Bizim ev, paydosu olmayan bir fabrika gibi. Sabah güneşiyle başlayan işler gece yarısında anca bitiyor. Ablamla ben de nasipleniyoruz bitmez tükenmez işlerden. Hiç bir iş olmasa bile küçüklere bakıyor, nenem evde yokken hindilerini güdüyoruz sırayla. Sabah bakkala gitme faslı bitip karşı komşumuz Gülşen Yenge’den de yakayı kurtardıysak hava kararana kadar kiraz bahçesinde ya da boş arsalarda oyun oynuyoruz diğer çocuklarla. Güneş evine gitmese, bizim de aklımıza evimiz gelmeyecek. Mahalle, bir cennet bahçesinden  farksız. Meyvelerle karnımızı doyuruyoruz, berrak arklarda susuzluğumuzu gideriyoruz. Bahçemizin bitişiğinde kiraz bahçesi, evimizin arkasından geçen küçük arkın yukarısında yabani armut ağaçları var, hem de yüzlerce. Çevredeki tarlaların etrafı nar, ceviz, ayva, iğde ve üzüm ağaçları ile çevrelenmiş.  Hangi bahçede bekçi köpeği var, hangisinde kapan kurulu, hangi bahçenin sahibinin sapanı var, en çok meyve ağacı hangi tarlada, hangi bahçede dalaganlar boy verir ezberimizde artık. Tehlike anında kaçış yollarını, kestirme geçitleriyle bütün mahalleyi, avucumuzun içi gibi biliyoruz anlayacağınız. 

       Mesela; bakkal yolundaki yokuşun başında, içinde badem ağaçlarıyla çevrili bir üzüm bağı var. Bağın sahibi, Hacı Nene adında yaşlı bir kadın ve kırmızı enli lastikten kocaman bir kol sapanı var. Bu sapan, hepimizin korkulu rüyasıydı. Hacı Nene, iki büklüm yürüyor ama sapana kocaman kesekleri yerleştirip salladığında birden gençleşiyor, onu görür görmez çil yavrusu gibi dağılıyoruz. İlkbaharda badem ağaçlarına dadanıyoruz, sonbaharda üzümlere. Ama ne üzümler…  Üzüm değil; sanki bal, bal… Babamın çarşıdan getirdiklerine hiç benzemiyor. 

      Bir keresinde yedi sekiz kişi o üzüm bahçesine girdik. En büyüğümüz olan Cihan, aramızda en küçük ve en zayıf ben olduğum için benim gözcü olacağımı söyledi. Kolumdan tutarak bahçenin ilerisine, evi gören bir badem ağacının dibine dikti beni.

“Bak Verdek, en önemli görev seninki. Takıma gözcülük yapacaksın tamam mı?”

“Tamam Cihan Abi.”

“ Parola şu; koca karıyı görürsen bize vak vaklıycan tamam mı?”

“ O ne biçim parolaymış? Ben vakvaklamam. Ördek miyim ben?”

“Kızım ne var bunda? Hem sen ördek değil misin?”

“Ördek senin babandır! Benim adım Verdek, ördek falan değilim. Vakvaklamam işte.”

“ Kızım mızıkçılık yapmanın sırası değil. Bak, vakit geçiyo, tek bir üzüm yemeden yakalanacaz senin yüzünden.”

“Bana ne! Ben o sesi çıkarmam işte.”

“ Tamam ya, bildiğin bir kuş sesi çıkar madem.”

“ Tamam.”

“ Ama sakın üzüme dalayım deme. Biz senin için de bir iki bağ koparacaz.”

“ En kocamanından ama!”

“ Tamam kız! Söz, en kocamanından... Hadi göreyim seni. Parola kuş sesi, unutma!”

       Oturdum badem ağacının dibine. Ablam ve diğer çocuklar dağıldı bodur üzüm ağaçlarının arasına. Bir gözüm onlarda bir gözüm Hacı Nene’nin evinde. En önemli görev benimkisi sonuçta, bütün takımın kaderi bana bağlı. Bu takım lafını da Cihan yeni icat etti. Nerden duyduysa bize “Takım” deyip duruyor. O bunu söylerken sesindeki gizem hepimize bulaşıyor.  Görevimin ehemmiyeti gereği gözlerimi kısıp etrafı süzüyorum. 

        Epey de vakit geçti. Baktım, kimse salkım koparmıyor, her biri çökmüş bir bağın dibine, ağzını dayamış bir salkıma. Kalkacakları yok.  Benim karşımda da bir üzüm bağı. Bir salkımı var ki, kucağımı doldurur yeminle. İri iri, hem de Çavuş Üzümü… Tanelerinin her biri güneşin altında cam gibi görünüyor. Dayanamadım, ağzıma birkaç tanecik atayım dedim. Bir taraftan da ağaçların arasından görünen evi gözlüyorum. Koparmama bile gerek kalmadan ağzımı uzattım salkıma. Durduramıyorum kendimi.  Bir salkımı yiyorum, diğerine geçiyorum, sonra diğerine ama bir türlü doymak bilmiyorum. O biçim doyumsuz üzümler... Ta ki, Hacı Nene’nin siyah lastik ayakkabılarını dizimin dibinde görene kadar... Lastik ayakkabıların sahibini görmek için kafamı kaldırmamla, içinde şimşekler çakan bir çift gök gözle karşılaşmam bir oldu. Üzüm dallarının arasından uzanan elin kulağımı bulmasına fırsat vermeden fırladım. O an aklıma geldi: Parola! Kuş sesi çıkarmam lazım. Bir kuş ama hangisi? Nasıl olduysa bütün kuşları sesleriyle beraber unuttum. Olacak iş mi şu anda. İlk aklıma gelen nenemin hindileri oldu. Ve avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım.

“Gulu, gulu, gulu!”

“Gulu, gulu,gulu!”

Yanlarından geçiyorum, kimse de tık yok. Sesimi duymuyorlar galiba. Var gücümle yüklendim boğazıma. 

“ Gulu, gulu, gulu!” 

“Gulu, gulu, gulu!”

 Üzüm yapraklarından kimse görünmüyor. Bayır aşağı koşturuyorum. Arkama dönüp baktım, Hacı Nene sapanı doldurmuş, kolunu çeviriyor. Lastik gerginleşince keseği bırakacak. Eyvah, eyvah! Toprak kesek ama insana değdiğinde, taştan farksız acıtması. Kafa göz yarar vallah billah!

“Gulu, gulu, gulu! Kaçın! Hacı Nene! Kaçın!”

“Gulu, gulu, gulu! Taş geliyor! Kaçın!”

Hepimiz düşe kalka kaçtık. Tel örgülerin arasından geçerken elbiselerimiz yırtıldı, yüzlerimiz, ellerimiz, kollarımız çizildi. Ah-uh’lar arasında yola attık kendimizi. Yokuş aşağı koşuyoruz. Yola düşen iri toprak kesekler ayaklarımızın arasına dağılıyor.  Biri sırtımıza gelse belimizi kırar yeminle. Ödümüz kopuyor, gerçek taş atacak diye. 

Cihan bağırdı:

“Yolun ortasından çekilin çabuk. Dağılın, dağılın! Yolun kenarlarına dağılın! Kiraz bahçesinde buluşalım.”      

        En önce ben başlamıştım koşmaya ama hepsi beni koyup geçti. Arkama baktım. Asfalt kesek parçaları ile dolu. Hacı Nene tellerin arkasında durmuş, ellerini kollarını sallaya sallaya bi kamyon şey söylüyor ama uzaklaştığımız için artık anlaşılmıyor ne söylediği.

Kiraz bahçesinde buluştuk.

    Onlarca kiraz ağacının yanında tek tük erik, elma ve incir ağacının olduğu kiraz bahçesi bizim ikinci evimiz, sığınağımız adeta. Bütün buluşmaları orda yapıyoruz, önemli kararları orada alıyoruz. Anasına babasına küsen ya da saklanmak isteyen kiraz bahçesinde alıyor soluğu. Birbirimizi arıyorsak ilk bakacağımız yer orasıdır her zaman. Bahçenin sahibi Ömer Amca, bir dağ köyünde oturduğu için sık gelmez. Kiraz mevsiminde gelir, bir iki gün bizde kalır. Bizimkilerle kirazları toplarlar, uzayan otları biçerler. İşi bitince bahçeyi neneme emanet edip topladığı kirazları pazarda satıp gerisin geri köyüne döner. Onun için nenem dışında bize kızacak kimse yoktur. O da pek uğramaz. Sesimizi duyup geldiğinde ise dalları kırmamamızı, bahçeye göz kulak olmamızı tembihleyip gider.

          Bahçeye en son ben vardım. Herkes koca incir ağacının dibine yayılmış. Gülüşmeler eşliğinde her biri kendi kaçış hikâyesini anlatıyor. Bir taraftan da ellerindeki salkımları indiriyorlar mideye. Cihan elindeki salkımdan üzüm koparıp ağzına atıyordu ki, beni görünce ayağa fırlayıp üzerime yürüdü. O an ablam da yanımızda bitti. Canım ablam, koruyacak yine beni.

“Kız neden parolayı söylemedin? Senin yüzünden az kalsın kafamızı yaracaktı koca karı.”

“ Söyledim ya! Hemi de avazım çıktığı kadar bağırdım.”

“ Gulu gulu mu yap dedim ben sana? O ne ya?”

“ Kuş sesi dedin, ben de kuş sesi çıkardım işte. Siz duymadıysanız benim günahım ne?”

“ İyi de, Gulu gulu hangi kuşun sesi Verdek?”

“ Hindi.”

“ Hindi mi? Hindi bir kuş mudur allasen?”

“Ördek kuş oluyor da Hindi niye olmuyor?”

“Hindi uçamaz ki.”

“ Ördek uçuyor mu peki?”

Herkes kahkahalarla gülmeye başladı. Cihan da. Sonra saçlarımı okşayıp, bir salkım üzüm uzattı bana.

“ Al, en kocamanı. Bir daha uçabilen bir kuş seç ama.”

       Karnımız davul gibi olana kadar tıkındık. Hava kararırken evlere dağıldık. Eve girdiğimizde babam elinde kavalı ile bizi bekliyordu. Kavalını sallayarak kapının arkasını işaret etti.  Geçtik kapının arkasına. Biz kiraz bahçesinde üzümleri mideye indirirken Hacı Nene’nin bize gelmiş olduğunu anladık böylece. 

“ Tek ayağınızı kaldırın.”

“…”

“Kaldır, kaldır…”

Kaldırdık. Salondaki herkes minderlerde oturmuş, sus pus. Mutfak eşiğinde oturan anneme bakıyorum gözleri dolmuş. Benimle göz göze gelince kucağındaki kardeşime eğilip, onunla ilgileniyormuş gibi yaptı.

Dedem oturduğu yerden seslendi: “Aman oğlum, vurma çocuklara.  O kavalın ağacı çok acıtır.”

        İçimde ürkek bir kuş çırpınıyor sanki. Yoksa kavalla mı dövecek bizi? Yok canım, babam bizi sevmez ama dövmez de. İlahi dedem, hiç döver mi bizi, hem de kavalla… Yok, daha neler… Dövmez demi? Ya bu sefer döveceği tutarsa? 

Babam kavalını çok sever çalmasını bilmese de. Dedem çobanmış. Babamlar da çocukluktan beri çobanlık yapıyormuş köydeyken. Çoban olarak ölmek istemediklerini söyleyerek üç erkek kardeş şehre taşınmaya karar vermişler. İş nenemi ikna etmeye kalmış. Annemin anlattığına göre çok dolanmışlar etrafında, yöresinde. Çok diller dökmüşler razı etmek için. Sonunda olurunu almışlar analarının. Öylelikle gelmişiz şehre. Kaval o günlerden kalmaydı. Paydos günleri arada eline alırdı. Ezgiden başka her şeye benzeyen sesler çıkarır ama kimse çalamadığını söylemeye cesaret edemezdi. 

       Kapının arkasında tek ayak üzerinde bekliyoruz yan yana. Ablamdan uzak durmak istemiyorum. Elim eline değsin, ya da fistanına dokunayım... Ona dokunabilirsem daha iyi olacağım sanki. Ben ona yaklaştıkça o çekiyor kendini eşeğin kızı! Böyle zamanlarda hep gâvurluğu tutar zaten. Korkudan ağlayamıyorum bile.

“ Ayıp değil mi ulan? El âlemin bahçesini talana durmuşsunuz? Kız halinizle eşkıya mı kesildiniz başımıza?”

“…”

“ Utanmıyor musunuz milleti kapımıza getirmeye? Ulan gözünüz doysun, her pazar kasayla meyve getiriyoruz eve. Ne yapam ben şimdi size, ha? Falakaya mı yatıram?”

İşçilerden bize meyve mi kalıyor sanki, diyorum. Ama içimden. Şu durumda bile içimdekinin kışkırtan gevezeliği kızdırıyor beni.

Falaka ne ki? Kesin çok fena bir şey olmalı. Medet umarcasına salondakilerde gezdiriyorum gözlerimi. Ah, nenem yine hangi cehennemde?  Ancak o durdurabilir babamı. Ama evde değil, doğuma gittiyse bütün gece gelmez. Hiç bitmiyor şu karıların da doğumu... Bütün işi gücü bırakmışlar, tek dertleri doğurmak. Nenem dertlerinin başka olduğunu söylüyor ama onun küfürlü laflarını anlamıyorum çoğu zaman.   Ah nenem ah, şimdi şu kapıdan çıkıp gelsen!

Babam karşımıza bağdaş kurmuş söylüyor da söylüyor. Artık dinleyemiyorum onu. Her sözü bir öncekini unutturuyor. 

“Aysel hele gel, yatır şunları yere.”

Halam geliyor, bizi salonun ortasına çekerken bir taraftan babama yalvarıyor.

“ Abi, günahtırlar le. Kaval çok acıtır. Tamam, yapmayacaklar bir daha.  Etme, eyleme! Ben veririm derslerini… Hem bak güzelim kavalını kıracaksın.”

Babam bir kavala baktı, bir düşündü. Sonra kavalı yere bıraktı. Dedim tamam, imana geldi. Ama nerde? Dizlerinin üstüne doğrulan babam, belinden deri kemerini çıkardı. Ben o an açtım muslukları. Ama nasıl ağlıyorum. Annem kucağındaki kardeşimle mutfağa girip kapıyı kapattı.

 “Aysel kaldır şunun ayaklarını.” 

Beni gösteriyor… Beni! Önce beni dövecek. Niye hep ben ya! Lafa gelince el kadar çocuğum.

Dedem baktı babamın niyeti ciddi, hemen atladı. Kemeri elinden almaya çalıştı.

“Yapma oğlum onlar daha çocuktur. Delisin, divanesin?”

“Sen karışma Bavo. Görmüyorsun yaptıklarını? Kürtler hırsız diyecekler. Hırsıza, haramiye mi çıksın adımız?”

“De git, eşoğlu eşek! Kim çocukken komşusunun bostanından aşırmamış ki? Hırsızlık değil, çocukluktur onlarınki. Sen çocukken az mı dadandın komşunun bağına, bahçasına. Köylü elinizden az mı el aman etti, ha? Ver şu kemeri, hele köpoğluna bak. Çocukluk ne zamandır haramilik olmuş? Kerhaneci seni!”

Babam kerhaneci değil bu arada. İnşaatta sıvacı. Büyüklerin bazı sözlerinin gerçek olmadığını biliyorum artık. Niye bu kadar dolambaçlı konuşurlar hiç anlamam.

Dedem aldı kemeri elinden. Bacaklarımı toplayıp, sürünerek uzaklaştım babamın önünden. Babam kemerini beline takarken, son kez üzerimize kükredi.

“Dedenize şükredin. Bir daha yapın da görün bak, dedenizin dedesi kalkıp gelse mezardan, anam avradım olsun, kurtuluşunuz yoktur! Bu akşam yemek memek yok bunlara. Lokma vereni yakarım. Yeterince zıkkımlanmışlar nasılsa.”

        O gece aç yattık. Verseler de yiyecek halimiz yoktu zaten. Yetmezmiş gibi ikimiz de o gece yatağı suladık. Ertesi gün kiraz bahçesinde toplandığımızda, herkes yediği dayağı anlattı. Hacı Nene sadece bize değil, üşenmeden bütün evleri dolaşmıştı. Cihan ile Cüneyt geldiler. Yürürken tişörtlerinin altından yumru yumru birşeyler oynuyor. Durdu Yengelerin bahçesinden aşırdıkları narlardan hepimize birer tane yuvarladılar.   Dayak yemeyen sadece Cihan ve Cüneyt’ti. Babaları, dayak atmadığı gibi üstüne üstlük oturup kendi çocukluk maceralarını anlatmış bide.  Belki de bundan dolayı her zaman korkusuzdu ikisi de. Tabi, benim de öyle babam olsa ben de korkusuz olurdum.

        Cihan ortaokula gidiyordu ve çok şey biliyordu. Bir şey yapılacaksa o söylerdi. Karar vermemizi gerektirecek bir şey olduğunda, onun ne yapacağını ya da ne söyleyeceğini bilmek isterdik. Gevezelik etmez ama kavgada hemencik bilenirdi. Herkesin konuşmasını dinler, sonra bir bir saydırırdı laflarını. O konuşmaya başlayınca hepimiz onun ağzına bakardık.  Bahçelere, çoğusu o yanımızda diye dadanırdık. Dimdik sarı saçları, çakır gözleri vardı. Kardeşi Cüneyt’le çok benzerlerdi. Yeni tanıyanlar onları birbirinden zor ayırırdı. Onu kardeşinden ayıran en belirgin özelliği tek yanağındaki gamzesiydi. Aileleri ile ilgili pek konuşmazlardı ikisi de.  Cihan yürürken öne abanır,  omuzlarından yukarısı sanki ayaklarından önce yürürdü. 

             En büyüğümüzdü ve o yanımızdayken korkmazdık hiçbir şeyden. Cihan bilir miydi bilmem ama hepimiz ona çok güvenirdik. Kimseyi ardında bırakmazdı, tüm çocuklar da bunu böyle bilirdi. 

            Sonra büyümek belası girdi aramıza. Yetişkinlik, güz rüzgârları gibi savurdu çocukluk anılarımızı. Görüşmez olduk. Sokakta karşılaştığımızda büyümüş uzuvlarımızdan utanırcasına başımızı öne eğer, asfaltın en uzak uçlarına sığınarak yürür olduk.  İntihar ettiğini duyduğumda sarsıldım. Kimse bilemedi neden canına kıydığını. Askerden geldiğini işitmiştim aylar öncesi.  Çocukken;  ben, biz,  ona o kadar inanıp güvenirken, annemizden babamızdan çok ona tutunurken o neye, neden tutunamamıştı ki? En kavgacımız değilse de kavgada sırtı yere gelmeyenimizdi. Uzaktan izledim cenazesini. Onun gibi birisini neyin yıldırdığını bulabilecek yaşta değildim daha.