(Bir çocuğun 12 Eylül’ü yazısının devamı.)

Yaz sonu, güneşli bir günün sabahıydı. Evdekiler sessiz bir telaşla eşyaları topluyorlardı. Biz de ablamla bahçe duvarına tünemiş, ellerindeki fırçalarla gece yarısı yazılmış duvar yazılarının üzerlerini boyamakla uğraşan bekçileri izliyorduk. Evin önüne bir pikap yanaştı. Biz daha ne olduğunu anlayamadan eşyalarımızı yüklendi, kaçarcasına diğer mahalledeki evimize taşındık.

             Kardeşim Deniz bizimle o eve gelemedi. Taşınmamızdan birkaç hafta önceydi. Evin kadınları ve çocukları, erkeklerden de sadece dedem; köydeki nenemin, dayımla gönderdiği haşlanmış yumurtalardan zehirlendik. İşe gidenler, yumurtalardan yemediği için zehirlenmemişlerdi. Hastanede iki gün kaldıktan sonra evimize gelebildik. Bizi eve babamların arkadaşları getirdi. Ablamla bana, külahta yenilen taneli bir meyve almışlardı. Yediğimiz şeyin ne olduğunu hiç öğrenemedim ama tadı çok güzeldi. 

      Hepimiz evdeydik ama Deniz yoktu. Günlerce görmedik Deniz’i. Nenemin evimize gelen herkese söylediklerine bakılırsa, köydeki nenemin gönderdiği yumurtalar bozukmuş. Deniz bizden daha fazla bozuk yumurta yemişmiş.  Ocağın altına sakladıkları tencereden birkaç tane daha aşırmışmış. Ve nenem bunun sorumlusunun köydeki nenemin olduğunu söylüyordu. Köydeki nenemin, bayat yumurta göndererek ailemiz için bir faciaya neden olduğunu hiç çekinmeden gelen gidene söylemekten geri durmadı. Nenem oldum olası sevmezdi onu. Bu olayla daha da bilendi. Bütün zehrini kustu. Ben de kızgındım hatırlamadığım uzaktaki diğer neneme. 

          Deniz ailenin ilk erkek torunu değildi. Benim ve ablamın hatırlamadığı bir erkek kardeşimiz daha vardı. Ama o altı aylıkken ölmüş. Biz çok küçükmüşüz o zamanlar. Ablamla sadece bu kadarını biliyorduk. Gerisini Deniz’in taziyesinde fısıldaşan kadınların konuşmalarından öğrendik. Bir gece annem, emzirmek için onu yatağına almış. Sabah olduğunda bebek uyanmamış. Yorganın altında nefessiz kalmış. Bebek uyanmayınca babam annemi çok dövmüş. Nenem anneme o kadar çok kızmış ki, bebeğini son kez görmesine bile izin vermemiş. Annem tarlaya ya da meraya gitme bahanesiyle bir kaçak gibi gizlice ziyaret ediyormuş mezarlıktaki küçük tümseği. Kimse bize bunlardan bahsetmemişti. Başsağlığına gelen kadınların sayesinde öğrenmekle kalmayıp tekrar tekrar dinlemiş olduk. Konuşulanları, annem de duyuyor olmalı. Çünkü oturduğu köşede günden güne küçülüyordu.

        Herkes Deniz’i çok severdi. Kimse benle ablamı öyle sevmezdi. Çıno amcam koymuştu adını. Onu çağırırken daha bir gür çıkardı sesi. Nenemse hiç âdeti değilken üzerine titrerdi. Çatışmaların olduğu zamanlar bu durumu o kadar abartmıştı ki, Deniz’in adını sokakta söylememizi yasaklamıştı. Adı Deniz olanlara kıyıyormuş yüreği taştan olanlar. Bu nenem gerçekten tuhaf bir kadındı. Hiç kıyılır mıydı Deniz’e? Küçücüktü ki o. Oyunbaz, neşeli küçücük bir çocuktu daha. Karanlık günler derdi nenem; elbet geçecekmiş. Ama karanlık günler geçene kadar öyle yapmalıymışız.  Oysa Çıno amcam o günlerin çoktan geçtiğine ikna etmeye çalışırdı nenemi. Büyüklerin neden bahsettiğini, karanlık günlerin nasıl olduğunu ve yüreği taştan olan insanların kim olduğunu anlamasak da ablam da ben de Deniz’i hep kollamıştık. İşe yaramamıştı işte. Köydeki nenem yüreği taş olanlardan mıydı? 

         Onun gidişi, bir daha gelmeyecek olması büyükleri sakat bırakmıştı sanki. Kimse ne otururken ne de yürürken dik duramıyordu. Ailenin erkeklerini evin kuytu köşelerinde ağlarken görürdüm çok kez. Ben sadece izliyordum herkesi, her şeyi. Nenem, Deniz’in ölümünün bu lanet şehre verdiğimiz bir diyet olduğunu söyleyip duruyordu. 

       Ne zaman anladım bir daha gelmeyeceğini, nasıl öğrendim ya da ağladım mı, acı çektim mi, hatırlamıyorum. Onunla ilgili hatırladığım silik bir kaç anı var sadece. Sokağın diğer başından kollarını açarak yokuş aşağı eve doğru koşar; “abla bak uçuyorum, uçuyorum!” diye bağırırdı.  Bir keresinde elimizde nenemin pazardan aldığı balonlarla sokakta oynarken onun balonu cami bahçesindeki dikenlere doğru uçmuş ve patlamıştı. Çok ağlayınca kendi balonumu ona vermiştim. Elinde balon, mavi kazağı, yeşil süveteri, kırmızı pantolonuyla, boyunca otların arasında duran, yüzü olmayan bir görüntü olarak kaldı aklımda. Bir kaç anı dışında ne yüzünü hatırlıyorum, ne sesini, ne de gülüşünü.

     Babamlar bize ağaçlarla çevrili bahçesi olan çatılı bir ev yapmıştı. Uzaktan evimizin kırmızı kiremitli çatısını görmek içimi sımsıcak yapardı. Bizim çatımız yeni olandı ve herkesinkinden güzeldi. Önceki evimizin bulunduğu yere göre oldukça ıssız ve yemyeşil bir mahalleydi burası. Evler birbirinden oldukça uzaktı. Komşu kadınlar, seslerini birbirlerine ancak  “Huu! Bizim gız, huu! Huu! Bizim oğlan, Huu!” diye bağırarak duyururlardı. Bizimkilere çok tuhaf gelmişti birbirlerini böyle çağırmaları. Sonra alıştık. Nenem bile, şimdi onlara öyle sesleniyor. 

      Eskiden, çok eskiden çöplükmüş buralar. Şehir çöplüğüymüş. Biz gelmeden çok önceleri büyük bir deprem olmuş, köylerden gelen insanlar buralara ev yapmaya başlayınca çöplüğü uzaklara taşımışlar. Zengin insanların çöplüğü olmalı, çünkü toprağı kazdıkça çok değişik şeyler bulurduk ablamla. Renkli cam parçaları, kırık bebekler, oyuncaklar, çiçekli porselen parçaları, ne olduğunu bilmediğimiz eşya döküntüleri… Ne bulduysak eteğimize doldurup eve getiriyorduk. Sonraki gün annem onları toplayıp çöpe atıyordu. Başka bir gün yenilerini getiriyorduk. Annem söylene söylene onları da atıyordu. O tabakların güzelliğini annem neden göremiyordu anlamıyordum. Kırık da olsalar, güllü dallı desenleriyle bizim bakır tabaklarımız ve çinko çanaklarımızdan daha güzeldiler oysa.

        Evimizi çevreleyen ekin ve mısır tarlaları, evin önünden geçen şose yolu sarmalayan, kuş sesleriyle şenlenen ağaçlar, birçok kolu ile tarlaların arasından süzülen berrak dere ile bu mahalle büyüklerimizi iyileştirdi sanki. Şose yolun öyle yerleri vardı ki ağaç dallarından hiç güneş görmüyordu.  Evimizin yanındaki ekin tarlası rüzgârla bir o yana bir bu yana salınıyordu. Tarla ile aramızdaki sıralı kavakların göğe doğru uzanan dallarında, yüzlerce kuş; günün ilk ışıklarıyla birbirleriyle yarışırcasına şarkı söylemeye başlıyordu. Kavaklarla evimizin uzaktan görüntüsü yoldan geçen çerçilerin sattığı duvar resimlerindeki evlere benziyordu. Nenem geride bıraktıkları çorak köyden sonra buranın cennet bahçesi olduğunu söylüyordu. Bunu genellikle kavakları izlerken söyler, temel kazılırken oğullarının bu kavakları kesmemiş olmalarından hoşnut, onları takdir ederdi. 

        Uzun zamandan sonra mahalleye yapılan ilk ev bizim evimizmiş. Onun için uzaktan bizi izleyen meraklı bakışlarla karşılaşıyoruz sık sık. Komşumuz olduğunu anladığımız birkaç kişi gelip, kış bastırmadan ev bitmezse, çoluk çocuğun rezil rüsva olacağını söylemeden edemiyor. Kuşku dolu bakışlarla, evin bu haliyle içine yerleşmiş olmamızın sebebini arıyorlardı yüzlerimizde. Evimizin pencereleri yoktu. Elektriği, suyu, helası da yoktu. Odaların ortasında toprak tümsekler olan evimizin sadece duvarları ve çatısı vardı. Konu komşunun aksine bizimkiler bunu hiç tasa etmiyordu, her şey zaman içinde, sırasıyla tamamlanacaktı. 

       Her sabah güneşle uyanılıp karıncalar gibi çalışılmasına rağmen kimse yorgunluktan bahsetmiyordu. Herkes yeni evin bir köşesiyle ilgileniyordu. Nenem çatının açıktaki direklerine bebekler için beşikli salıncak yaptı, o yokken ablamla bebekleri indirip biz çıkıyoruz beşiğe. Direklerden sarkan halatlara tırmanıp sallanıyoruz.

         Babamlar gündüz işe gidiyor, akşam işten gelince de, arkadaşları ile geç saatlere kadar evde çalışıyorlardı. Durduk yere içlerinden biri türkü tutturuyor, herkes elindeki küreği malayı bırakıp halaya duruyordu. Nenem de başındaki yazmayı sıyırıp halayın başına geçiyordu çoğu zaman. Birbirlerine bizim anlamadığımız şakalar yapıyor, tümseklerin etrafında birbirlerini kovalıyorlardı. Yeni ev sanki hepimize iyi geldi.  Babamın hüznü, annemin suskun kederli yüzü, nenemin genzi acıtan ağıtları seyreldi, büyüklerin donuk bakışları zamanla aydınlandı. Her şey çok güzel olacaktı, öyle diyordu nenem. Derken babamların getirdiği haberle bu evin de, her köşesine ağıt sesleri sindi.

Konuşulanları duyunca ekin tarlasına kaçtım. Deniz’e ağladım. Ağlamaktan yoruldum. Uykum geldi, ekin saplarının üzerine yatıp uyudum. Uyandım yine ağladım. Annemle babam, yeniden ve yeniden içimde konuşuyorlar sanki.

 “ Deniz’i bulamadık.”

“ Nasıl bulamadınız, gömülürken orada değil miydiniz?”

“ Oradaydık ama belediye mezarlığı genişletmiş. Ettik, etmedik bulamadık... Lanet gelesice mezarlık, o mezarlık değildi sanki. Yönümüzü şaştık. Bir o uca bir bu uca koştuk, ters yüz olmuş mezarlık. Tahtaya ismini yazmıştık oysa. Ama bulamadık. Ekmek nimet çarpsın, çok aradık Hasibe.”

“ Vey lımın, vey lımın! Hasibe’yi hangi toprak alsın içine? Ne dirisine ne ölüsüne sahip çıkamadım kuzumun. Bırakmadınız ben de geleydim, çocuğumu kendim toprağa vereydim… Bırakmadınız! Batsın ayıbınız, töreniz, batsın günahınız.”

“…”

“ Sen ne biçim babasın, ben ne biçim anayım? Şimdi hangi taşa gidip yas tutayım, hangi mezara gidip havar edeyim. Ah, ahh… Anam beni attı kara topraklara, unuttu gitti diyecek oğlum… Havar ki havar! Bir evladım daha kimsesiz, biçare kaldı kara toprağın koynunda…  Bir evladım daha anasının kokusuna hasret gitti. Vey lımın, vey lımın!”

         Babamlar onu toprağın altına gömmüş, sonra gömdüğü yeri bulamamışlardı. Her zaman sessiz sakin olan annemin yakarışları içimde bir yerleri acıtıyordu.  İlk kez evde sesi duyuluyordu. Kimse sus demedi, ayıplamadı da. Babamın gözleri doldu, diğerlerinin de…  Annemin ağıdı hiç bitmedi. Uykumda bile sesini duyuyordum. Annem kaç gün, kaç gece hiç çıkmadı yataktan. Uzun süre konuşmadı babamla. Birkaç kere sabahın köründe başlayan dil dökmeleriyle, nenemi de alıp uzaklardaki mezarlığa gittiler. Yorgun argın, ağlamaktan şişmiş gözlerle dönen annem, tek kelime etmeden, her seferinde yeniden yorganın altına girdi. 

      Deniz’in; mezarlığın karanlığında kaybolduğu, bizi aradığı, bulamadığı için ağladığı ve acı çektiği düşüncesi hiç çıkmadı aklımdan. Rüyalarımda bize kızmış, küsmüş görüyordum hep. O rüyaları tekrar göreceğim diye uyumaktan korktum uzun süre. Ablam öldüğü için cennete gittiğini, acı çekmediğini hatta orada olan çocuklarla çok eğlendiğini söylüyordu. Ama yine içime yerleşen acı geçmedi kaç zaman. Sonra da unuttum. Annemin mırıldandığı ağıtlarla hatırladığım, gittikçe uzaklaşan bir anı oldu Deniz. Bir zamandan sonra annemin ağlamaları ve ağıtları da, mezarlığa ziyaretleri gibi seyreldi. 

          Bir sabah uyandığımda, annemi bir halatın ucunda asılı görene kadar, onun;  Deniz’i ve acısını unuttuğunu sanıyordum. Odasının kapısı açıktı ve annem odanın ortasında sallanıyordu. Yüzü pencereye dönüktü. Etrafıma bakındım ama ortalarda kimse yoktu, erkekler işe gitmişti. Nenem de yatağında değildi.  Annemin bacakları titriyordu. Kıpırdayamadım. Yanımda uyuyan ablamı dürtmek ya da seslenmek istiyordum ama ne kolumu kaldırabiliyor ne de sesimi çıkartabiliyordum. Sonunda nasıl olduysa çığlık atmayı başardım. Çığlığıma gelen Buke, hemen annemin bacaklarına yapıştı. Sonra nenem, dedem, ablam… Annemi indirdiler. Dedem hemen ikimizi alıp evin arkasına bahçeye götürdü. Ablamın kucağında ağlayan kardeşimi o zaman fark ettim. Ne zaman almıştı beşikten, nasıl akıl etmişti bunu. Ya da niye almıştı ki; annemin onu da yanında götüreceğinden mi korkmuştu? Ölümün kıyısından dönen annemi değil bunu düşündüm o an. 

          Olanları babamlara duyurmadık. Nenem sıkı sıkı tembihledi bizi. Değil babamlara söylemeyi, ablamla baş başa kaldığımızda bile konuşmadık. Çünkü bazı şeyleri konuşmanın onları gerçek yapacağına inanıyorduk ablamla. Hele kötü şeyleri konuşmak onları geri getirebilirdi. Annem Deniz’i bulmak için mi gitmek istiyordu? Ama onun yanına giderse bu sefer biz kaybolacaktık. Giderken bizi de yanında götürmeyi neden düşünmemişti? Deniz’i bizden daha mı çok seviyordu? Cevabını duymaktan korktuğum sorular ağzıma geliyor, sonra yutuyorum.     

        Annem, odasında değil, bizimle nenemin arasına serilen döşekte yattı kaç gün. Nenem hasta olduğunu söyleyince, kimse de ardını berisini sormadı. Annem günlerce yataktan çıkmadı.  O âna tanık olanlar olarak gözümüz hep annemin üzerindeydi. Hiç yalnız bırakmadık onu. Nenem bir çocuğa bakar gibi ilgilendi onunla. Çorbalar içirdi kendi elleriyle, güç kuvvet versin diye şifalı otlardan ilaçlar yaptı. Başucuna oturup kâh nasihat etti kâh teselli sözleri sıraladı. Annem onu duyuyor muydu bilmiyorum. Nenemi böyle görmek tuhafıma gidiyordu. Çünkü nenem sevmezdi annemi. Onu sevmediğini saklama gereği bile duymazdı. Evlenmelerine de razı olmamış. Babam, annesinin ömrü billah yola gelmeyeceğini anlayınca annemi kaçırmakta bulmuş çareyi. Öyle evlenebilmişler.

       Sonra bir sabah uyandım, annem yanımda değil. Herkes hâlâ uykuda ama annemin yatağı toplanmış. Duman kokusunu alınca, korkuyla arka pencereye koştum. Kesin bu sefer de kendini ateşe atacak. Koşup yetişmeliyim. Tandır mutfağından yükselen dumanları görünce yüreğim ağzıma geldi. Canım annem, nasıl bir acı ki içindeki, ona bunları yaptırıyordu. Daha pervazları takılmamış pencereden atlayıp derme çatma çatısını dumanların sardığı mutfağa koştum. Hamur leğenini görünce rahatladım.  Annem herkesten önce uyanıp hamur yapmış, yaktığı tandırın başında alevleri izliyor. Gidip dizinin dibine oturdum. Sırtımı sıvazladı. “Birazdan sıcak ekmek yağlarım kızlarıma, nenenden de çökelek isteriz, koyarız içine…” Ateşe odun atışını ve harladığı ateşi seyrini izledim. O yok zamanda, çatının tavanını yaptırana kadar nenem babamın yakasını bırakmadı. Aylar sonra yapılması plânlanan tavan, borç harç bir hafta içinde bitirildi