“Tek başına tahakküm kavramının, gündelik hayatı ve kamusal alanı sarmalı altına alması anlamlı değildir. Çünkü sömürüye dayanmayan tahakküm, nesnel çıkarları göz ardı eder ve bu durum aslında tahakkümü ortaya çıkaran nesnel ilişkilerin ekarte edilmesidir.”
Yunus Emre Göçenoğlu
21. yüzyılın ilk çeyreğini doldururken, kapitalizmin içine sürüklediği çukurda insani varoluşumuz çırpınıyor. Bu, hepimizin her gün tükettiği bir hap bilgiye dönüşmüş durumda. Genellikle kapitalizmden, hatta onun uygulayıcısı olarak iktidarlardan yapılan çıkarsamalar, bizi “bir yerlerde”, “bir şeylerimizi” kaybettiğimiz sonucuna götürüyor. “Hiçbir şey olmasa bile kesin bir şey oldu” ya varan bu bulanıklık halinin elbette bizce nedenleri var. Ancak daha önemlisi ise, nedenlerin sonucunda açığa çıkan çözüm önerileridir.
Neoliberal düzlemde, hazzın ve hızın bir tüketim nesnesine dönüşümü, çıkarsama becerisinin ve elbette bu çıkarsamadan yaratılan çözüm önerilerini yani siyasi ufkun önünü tıkamaktadır. Her gün binlerce görüntünün, yüzlerce kısa ve yüzeysel bilgilerin edimi ve yine aynı görüntülerin ve bilgilerin işitilmesi (yeniden üretim), tüm bunların tüketim seyrinde gelişmesi, bir durumu, olay veya olguyu tespit etme, yorumsama ve kavramsallaştırma becerisine set çekmektedir.
Gündelik hayatın yoğunluğu içerisinde, yoğunlaşmak için duraksamak, var olan tüm işleri bırakmak, belirli bazı şeylere ara vermek, hayatın akışına mola vermek gibi “mottolar”, yine “motto” olmasından da anlaşılacağı üzere piyasalaştırılmıştır. Odaklanmak, bir işin yerine getirilmesi için metaya dönüştürülmüştür. Umutlanmak ve daha güzel bir dünya hayalini inşa etmek için önce “boyumuzun ölçüsü” alınmaktadır. Keza öfkelenmenin, kitlesel biçimde ifade edilmediği sürece herhangi bir sorun teşkil etmediği ve hatta tekil ölçekte “kusurlu” bir duygu olmadığı hepimize öğretilmiştir.
Kapitalizmin, insana içkin olan umut, öfke, inanç, aşk gibi duygularını, birer nevrotik bozukluklara çevirmesi, kapitalizmin bizzat kötülüğünden değildir. Aksine kapitalizm, bulunduğu çelişkiler itibariyle bu bozukluğa ilişkisel olarak içkindir. Depresif kişiliklere dönüşmemiz, görülüyor ki, kapitalizmin veya onun uygulayıcısı olan devletin salt bilinçli tercihinden kaynaklı değildir; kapitalist üretim ilişkileri doğrultusunda gelişen insani ilişkilerin zorunlu bir tezahürüdür. İki de bir kapitalizm dememin ve konuyu sonunda, yeni bir başlangıcı açığa çıkaran üretim ilişkilerine bağlamamın elbette bir sebebi var. En büyük sebep, bizce, sömürüdür. Çünkü, konu özelinde söylemek gerekirse, “sömürünün nesnel karakteri gözden kaçırıldığı noktada bir tür psikolojizme düşmek kaçınılmaz gibi gözükmektedir” [1] . “Hiçbir şey olmasa bile kesin bir şey oldu” minvalindeki gündelik konuşmalar, sorunun tekil anlaşıldığını yansıtmaktadır. Sömürü ilişkisini toplumdan kaldırdığınız an, sorunun kaynağı ortada kalan “ben” olur. Ve başta belirttiğim üzere, daha önemlisi, bu durumda ortaya çıkan çözüm önerileridir. Burada, bahsedilen çözüm önerilerini tek tek yazmayacağım, lâkin sorunun kaynağını tespit ettiğimize göre bizim bir önerimiz olacak.
Psikolojizme düşen varoluş yorumları, temele sömürünün yerine tahakkümü alması sonucunda görünür. Liyakatsizlik, “iş ahlakının” oluşmaması, irrasyonelite, nepotizm gibi kavramların ana hata oturtulması sınıfların nesnel konumunu göz ardı etmek anlamına gelmektedir. Tek başına tahakküm kavramının, gündelik hayatı ve kamusal alanı sarmalı altına alması anlamlı değildir. Çünkü sömürüye dayanmayan tahakküm, nesnel çıkarları göz ardı eder ve bu durum aslında tahakkümü ortaya çıkaran nesnel ilişkilerin ekarte edilmesidir.
Kapitalizmin insanları varoluş krizine soktuğu bu aşamada, müsebbibin yine kapitalizm olduğunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Neden sorusuna tahakküm cevabını verebiliyoruz. Zaten iktidar da her yerdeyse, tahakkümün tüm toplumsal ilişkileri sardığını çıkarsayabiliyoruz. Ancak tahakkümün nasıl meydana geldiği, biricik psikolojizmimizden dolayı bizi ilgilendirmiyor! Tahakküm ile sömürüyü birbirinden ayıran başat özellik, “sömürünün, birtakım karşıt maddi çıkarları özü gereği içermesi” [2] iken, tahakkümün tek başına, nesnel çıkarlara sahip olmamasıdır. Callinicos’ a göre, tahakkümü açıklayan şey bizzat sömürüdür. Marx’ ın düşüncesi de bu yöndedir. “Ödenmemiş artık-emeğin doğrudan üreticilerden çıkarıldığı belirli iktisadi biçim, yönetenlerle yönetilenler ilişkisini belirler” [3]. Ancak tahakküm ve sömürü arasında mekanik bir öncelik yoktur. Artı-değerin sızdırılması, yani sömürü için tahakküm uygulaması zorunludur. Yani tahakküm ile sömürü arasında ilişkisellik mevcuttur.
Konumuz gereği sorun, insani varoluş krizinin nedenleri ve çözüm önerileriydi. Soruyu ve yanıtı bireysel çıkarsamalarda arayanları mevzu bahis dahi etmiyorum. Ancak salt tahakküm ilişkisini sorunsallaştıran, çözümü de yine tahakkümün kırılması ile öne süren yaklaşıma karşın sömürü kavramını dikte eden ve tahakkümü de sömürü ile birlikte ele alan analizi yani Marksizmi önereceğiz. Toplumsal eylemlerde, makro dönüşümlerde kitleleri harekete geçiren güdünün sömürüden çok tahakküm ilişkisinden doğduğunu biliyoruz. Örneğin, toplumu güdüleyen öfke duygusu, sömürünün tespitinden değil, tahakkümün hissedilmesinden açığa çıkmaktadır. Ancak kendi başına bu öfke, bir sınıfın özelliğini veya karakterini ifade etmez. Sınıfsal karakter için sahici bir düşmanlık gerekir. Sahici düşmanlık, nesnel çıkarlardan doğan nesnel ilişkileri içerir. Bu durum ise sömürü kavramını zorunlu kılar. Dolayısıyla, “toplumsal eylemlere sınıfsal karakteri veren şey sahici düşmanlığı daim kılan sömürü ilişkisidir”[1] [4]. Bu ilişkilerin göz önünde bulundurulduğu sınıfsal yaklaşımlar, insani varoluş krizinin açmazları olan, zihnimizde “bir yerlerde” “bir şeylerimizi” kaybetmenin verdiği kara bulutları, bulanıklığı dağıtacaktır. Bizim için doğruda durmanın formülü budur.
Kaynakça
[1] |
ÇEĞİN, Güney ve ÖĞÜTLE, Vefa Saygın. Toplumsal Sınıfların İlişkisel Gerçekliği - Sosyo-Tarihsel Teorinin 'Sınıf'la İmtihanı, Ankara: Tan Kitabevi Yayınları, 2010, s. 55. |
[2] |
WRIGHT, Erik Olin. Sınıflar, İstanbul: NotaBene Yayınları, 2016, s. 77. |
[3] |
CALLINICOS, Alex. Tarih Yapmak, İstanbul: Özne Yayınları, 1998, ss. 90-91. |
[4] |
ÇEĞİN, Güney ve ÖĞÜTLE, Vefa Saygın. Toplumsal Sınıfların İlişkisel Gerçekliği - Sosyo- Tarihsel Teorinin 'Sınıf'la İmtihanı, Ankara: Tan Kitabevi Yayınları, 2010, s. 58. |
[1] Vurgular bana aittir.