Bir ölüyüm ben,
Yanından geçip giden…
Hiçbir yere bağlı değilim.
Valinin hükümranlığında bilinmeyenim.
Lüzumsuzum altın şehirlerde
Ve yeşil ülkelerde…
Çok oldu kovulalı
Ve süslenmeyeli bir şeyle,
Rüzgâr, zaman ve sesten başka…
Ben ki yaşayamam insanlar arasında.
Ben… Almanca konuşarak,
Evim saydığım çevremdeki bu bulutla,
Tüm dillerde sürükleniyorum…
Ah, nasıl kararıyor şu kara bulutlar,
Şu yağmur sesleri.
Düşen sadece birkaç damla
Ve sonra taşıyor ölüleri, daha aydınlık yerlere…
İngeborg Bachmann
Bu şiiri sesli dinledim geçenlerde. Sonra günlerce unutamadım. Çevirilerini bulup okudum, yetmedi tekrar açıp dinledim. Bachmann’ın okuyuşundaki duruluk, yüzündeki ifade, sesine yansıyan sürgünlük ayrı çarptı, şiirin sözleri ayrı çarptı. Neden mi bu şiirle başladım? Bu şiir; beni, seni, diğerini, bizi anlatıyor. Bugün içinde olduğumuz duygu durumunu, görünenin aksine gerçekliğimizi anlatıyor ve bir o kadar yalın, bir o kadar hazin sözcüklerle. Son yıllarda okuduğum en güzel ve en kanatıcı şiir diyebilirim.
Sürgün… Sürgün olmak… Sürgünlük…
Haliyle teklifsizce geldi, bana hem uzak hem yakın, bu zamanın ruhuna hem yabancı hem bildik olan, son iki asırda yaşanan sürgünlük kareleri. Bir gece ansızın, ya da şafak sökmeden boşalan evler, kimsesizlikten üşüyen duvarlar, an’larını yitiren avlular, soluksuz kalan ıssız kentlerde dolaşmaya başladı zihnim. Bütün o karanlık yolları, yabancı şehirleri, açlığı, yoksulluğu, kaybedişleri, bir başına kalışlarla yaşanan örselenişleri… Sürgün yolunda çekilen acıları, kendinden sonraki kuşağa devreden yersizlik, yurtsuzluk, kimsesizlik duygusunun bireyde ve halklarda yarattığı travmayı düşündüm sonra. Sabahı görememe korkusu, yarına dair bilinmezlik duygusu ve çaresizliğe eşlik eden hiçlik…
Ve tarihin en büyük zulüm hikâyeleridir; Çerkes sürgünü, Ermeni sürgünü, Kürtler’in sürgünü, Balkan Türkleri’nin sürgünü, gayri müslimlerin sürgünü… Çoğunluğu toprağından zorla sökülmüş. Kimi cezalandırılmak için farklı bölgelere yerleştirilmiş. Bazıları savaştan kaçmış, bu gün Ortadoğu’da yaşayan halkların başına gelenler gibi. Sonuç olarak hepsi toprağını bırakarak, kimliği, kültürü yaralanarak sürgün olmuşlar... Yeniden tamam olduklarını, acılarını unuttuklarını, iyileştiklerini kim iddia edebilir? Ve her biri sadece sayısal veri olarak yer alıyor tarihin utanç sayfalarında. Yakın tarihimizde de, her zamanın mevcut otoritesinin beğenmediği, varlığını kendi ikbali için sakıncalı gördüğü ya da el etek öpmediği için; topraklarından uzakta sürgün yaşayan ve sürgünlükte gözleri açık giden sayısız aydınımız, edebiyatçımız, sanatçımız oldu. Bugün bile terbiye edemediği, tek tipleştiremediği memurlarını sürgün etmek devletin bu geleneğinin bir göstergesi.
Fiziksel sürgün hikâyeleri ile dolu tahakküm edenlerin tarihi. Ve çocuklar… Koca göbekli, asık suratlı bencil adamların çıkardığı kriz ve savaşlarda en büyük zararı kadınlar ve çocuklar görmekte. Evinden iki sokak öteye gitmeye bile yalnız cesaret edemeyen ya da bütün dünyayı yaşadığı evin avlusundan, köyünden, kasabasından ibaret sanan çocukların birden bire tekinsiz, akıbeti kestirilemez yollara, yolculuklara düşmesi ve hayatta kalmayı başardıysa yabancı bir ülkede istinasız istenmeyen, her suç mahalinde adı ilk anılan, potansiyel algısının yapıştığı öteki oluveriyorlar. Sığınmacı, mülteci, göçmen her ne dersek diyelim onlar birer sürgün.
Son on yılda milyonlarca insan topraklarını terk etmek zorunda bırakıldı. Katar katar önce sınırlarımıza, sonra şehirlerimize, sokaklarımıza girdiler. Buna zorunlu göç diyorlar şimdi. Göç kelimesi başlı başına hazin gelse de kulağa sürgün demekten imtina etmek sadece gerçeklikten kaçışımız. Onlar sürgün de biz çok mu iyiyiz? Emin ellerde miyiz? Sırtımızı yasladığımız duvar pek mi sağlam? Dört başı mamur mu küçük hayatlarımız?
Ruh halimiz, bir sürgünün ruh halinden pek hallice bile değil açıkçası. Ortalık toz, boran… Her gün bir tufan ile uyanıyor, bir yarılma ile giriyoruz yataklarımıza. Sıra dışı, kuralsız, anormal durumlar yaşayıp, her şey normalmiş gibi devam ediyoruz hayatlarımıza. Koca koca meydanlarda, devasa bayraklar açıp aslında hiç sahip olmadığımız şeyleri varmış gibi kutluyoruz. Gerçeklik ve hahkikat algımız sakatlanmış, farkındayız da üstümüze alınmıyoruz gibi yapıyoruz sanki. Olanlarda ne kadar rızamız var? Ortak müştereklerimiz ortadan kalkmışken gelecek ile ilgili muradımız ne kadar sahici? Beyanımız yasaklı sözümüz prangalıyken, irademiz esir, geleceğimiz meçhulken yemişiz, içmişiz, uyumuşuz, ne kadar insanî?
Tarihçi değilim, haddim değilken sebep sonuç ilişkilerini derinlemesine açacak. Psikolog da değilim yarattığı travma hakkında analiz kasacak. Ben sadece Bachmann’ın şiirindeyim. Ve tarif ettiği sürgünlük duygusunda… Ve şu soru gitmiyor zihnimin orta yerinden. Kendi hayatlarımızda, şehirlerimizde, ülkemizde ne kadar yerleşiğiz? Halk olma, vatandaş olma ve birey olma vasfımız ne kadar ve nerede zemin buluyor? Bizi sarmalayan ve her gün biraz daha daralan, birilerinin çizdiği sınırlarda ne kadar özgürüz, ne kadar kendimiziz? Üzerine destanlar yazdığımız vatan diyerek kutsadığımız toprak üzerinde ne kadar söz hakkımız var? Ne kadar vatandaşız, hatta ne kadar bireyiz? Mutlu muyuz, iyi miyiz? Ruhumuz sıhhatte mi? Bir şeyleriniz elinizden zorla alınmış, olmak istemediğiniz bir yerdeymişsiniz hissini yaşamıyor musunuz? Bu güne ve bugün çizilen resme ne kadar aitiz? Sürgünlükten azade miyiz? İnsanlığımızdan, insan olmaktan sürgün edilmiş olabileceğimiz hiç aklınıza geliyor mu?