Ekim gelmeden bir Eylül yazısı yazmak isterdim. Hüzünlü yağmurlara, kırgın yaprakların savrulduğu serseri sokaklara, bahardan ertelenmiş; hani, güzel bir şey olacakmış hissi veren o haylaz umut kırıntılarına dair, Zuhal Olcay ya da Fikret Kızılok şarkıları tadında bir yazı yazmayı arzu ettim açıkçası. Ama bilgisayarın kapağını her kaldırışımda, çok da direnmeden listemdeki filmlere kaçtım her seferinde. Haliyle Eylül’e adanmış bir yazı da hayal oldu.
Havuz medyasının güzellemelerinin aksine, ülke her gün biraz daha kötüye giderken… Ekonomiden tut eğitime kadar her alanda sevimsizleşen gidişata rağmen şişirilmiş asılsız veriler havada uçuşurken… Ülkemde 200’e yakın gazeteci ve üçüncü parti konumundaki muhalefet partisinin eş bakanları dahil vekilleri tutukluyken… Binlerce memur ve akademisyenin işi, ekmeği elinden alınmışken… Benim vergilerimle ikame edilen hizmetlerin ve kurumların, sırf kadın olduğum için beni toplumsal hayattan söküp atacak cemaat ve tarikatlara peşkeş çekilmesini izlerken… Çok ahlâklı ülkemde, çocuk istismarı ve kadın cinayetleri dünya sıralamalarını altüst etmişken… Dış politikadaki sığ stratejik hamlelerle sonu belli maceralara gariban çocukları feda edilirken, aşk, melankoli, börtü böcek yazmaya içim elvermedi.
E toplumsal bir varlığız sonuçta. Etrafında olup biteni yok sayamıyor insan. Dost sohbetlerinde kahkaha atarken asılı kalıyor gülüşün, boğazında düğümleniyor sevincin. Güzel bir şey olduğunda yüreğindeki esenlik hissi anında buruluveriyor. Çarmıha geriyorsun çocuk sevinçlerini. Bir şey yapmamanın, yapamamanın verdiği suçluluk duygusu ile yaşama sıkı sıkıya tutunma çabası arasında bütün bildiklerin çoklu bilinmeyen denklem olup oturuyor hayatının ortasına. Yalnız olmadığını bilmekte iyi gelmiyor bir noktadan sonra. Olup biteni algılamayan ya da esen rüzgârdan yelkenini dolduran mutlu bir azınlığın dışında toplumun geneli mutsuz görünüyor. İşin aslı topyekün iyi değiliz. Uzun bir süre de iyi olamayacağız. Hal böyleyken yazmak da kolay değil, konuşmakta.
Bir süre daha ülkem için güneşli günler sadece iyi bir temenni olarak kalacak, bunu kabullendim. Güzel günlere olan umudumu henüz yitirmemiş olsam da, kafamdaki deli sorulardan ve yüreğimin duvarlarını döven çaresizlik duygusundan yoruldum. Diğer taraftan da kallavi bir politik yazı da yazmak da gelmiyor içimden. Bunu daha iyi yapan arkadaşlar var. Yazılarını kıskanarak okusam da, yalan yok, hiç çekmiyor canım. Oysa niyetim bu köşede kadın ve toplumsal sorunlar üzerine yazmaktı. Benden beklenen de tamda buydu ki… Ruhumun kuytularında düşürdüm klavyemin tuşlarını.
( Bu arada bu yazının nereye gittiğinden ve sonunun nereye varacağı konusunda en küçük bir fikrim yok. Bu kısmını editör arkadaş düşünsün. Ben editör olsam, okuyucunun önüne atar, “alsın boyunun ölçüsünü” derdim. Çok da fifi! )
Biliyorum, biliyorum… Uzun bir süredir devam eden hayatın anlamını arayış, kendini yeniden keşfetme yolculuğunun sancıları bunlar. Sancı dediğime bakmayın, durum ne kadar kaotik olursa olsun bende her şey bir festivale dönüşüyor. Benim günahım yok, fıtratım böyle abla!
Bulmak için önce vazgeçmek gerekiyor haliyle. Yeni nesil buna “güncelleme” diyor. Bahar güneşinin gazı ile “Güncelleme candır!” deyip evimi her iki anlamı ile de temizledim. Yıllarca kıyıp atamadığım eski notlar, mektuplar, resimler, biletler, yazılar kısacası bütün birikintileri son bir seramoni ile evimden uğurlamakla başladım işe. Eski alışkanlıkları, öğrenilmişleri, kalıpları sıyırıp attığımı düşledim evi, eşyaları elden geçirirken. Telefon rehberimi temizledim büyük bir zevkle. Doğa boşluk kabul etmiyor haliyle. Yeni ve güzel arkadaşlar edindim, yeni kitaplar aldım. İngilizce kursuna yazıldım ki şiddetle tavsiye ederim. Alanında, yaptığı saygın ve cesur işlerle tanınan Psikanalist İskender Savaşır’ın seminer ve projelerine katıldım. Hafta da bir gün Adapazarı’nda bulunuyor. Ne yaptığını anlatmayacağım. Ama yaptıkları ölmeden önce yapılacaklar listesi gibi bir adam. Adam derya deniz bir şey.Onu tanımalısınız.
Bütün yazı annemlerin bahçesi ile uğraşarak geçirdim. Yeni tanıdığım bir arkadaşla, beş parasız, son dakika planlanmış bir yolculuğa çıktım. İki kadın, gece, yağmur; büyük bölümü bol virajlı parkurdan farksız yaklaşık bin km’lik yolu başarı ile tamamlayıp neredeyse bakir sayılabilecek bir sahil köyü olan Selimiye’ye vardık. (Planlarınıza alın derim.) Filmlerdeki gibi komik ve sıra dışı bir hafta sonu geçirdim. Kötü mü oldu, pişman mıyım? Asla! Ve bizi misafir eden arkadaşım şoklara girdi. Çünkü asla bana göre durumlar değil bunlar. Plansız, başı sonu hesaplanmadan, fizibilite çalışması yapılmadan pek adım atmamışım bugüne kadar. Hop ardından Bursa’da bir at çiftliğine gittim, eski bir aile dostunun daveti üzerine. At çiftliği dediysem yarış atlarının bakımı yanında türlü türlü hayvan besliyorlar ailecek. Kafa dinlemeye çağırdılar güya ama laf aramızda bir hafta boyunca amele gibi çalıştırdılar beni. Harika bir deneyim oldu. Tabi beyin nasıl çalışırsa evrende hızla ona cevap veriyor. Bir sürü fırsat sunuyor önüne. Yeni hikâyeler kendiliğinden geldi önüme. Ben ki, aylar önce bitirdiğim kitabı bir kenara atmışım. Tek kalem oynatamıyorum. Son bir defa gözden geçirip bir an önce editöre göndermem gerekiyor oysa. Üzerinde çalıştığım birkaç çocuk kitabı da aynı kaderi yaşıyor.
Ben bu halet-i ruhiyeyle, bir taraftan gündeme bakıp “ biz ne ara bu hale geldik” sorusu ile hasbıhal ederken Eylül tatlı hüznünü alıp gitti. Ben de şiire, kitaba, sinemaya ve hikâye avcılığına kırdım dümeni. Ceylan Ertem ve Sıla şarkıları arasında gidip gelen bir sarkaç gibi ruhum. Peşin peşin üzerime alıyorum; doğrudur, bu süreçte serserilikten başka bir şey değil bu. Ve itiraf etmeliyim ki bulduğum ben’i sevdim. Kendine yapacağın en iyi yatırım, ruhunu yüklerinden arındırmak.
***
Bazı şehirlerin ruhu vardır. Buna inanıyorum. Yaşadıklarını, nefes aldıklarını hissedersin. Bir şiirden farksız sokaklarında yürürken acıyı, hüznü, yaşanmışlığı müzik tınısında hisseder insan. Özellikle köklü bir şehir kültürüne ve tarihi mirasa sahip kentlerin mistik bir havası vardır ve bütün köşelerine bulaştırır büyüsünü. Mevsimlerin dokunuşları ile modern zamanlara direnen kadim duyguların dilince konuşur köhne evlerin sulietleri. Ondandır ki her kente şiir yazılmaz. Ondandır ki söz ustaları onlarsız bitirmez kelamlarını. İstanbul gibi, Diyarbakır gibi, Kars gibi, İzmir gibi, Mardin gibi…
12 yıldır Adapazarı’nda yaşıyorum. Bu şehrin bir ruhu, bir kimliği var mı? Adapazarı yaşayan bir kent mi, köklü bir kültürü var mı? Bu konuda pek emin değilim. Ama bu konuda netleşmeye niyetliyim. Bunun tek yolu şehri adım adım gezmek, kokuların, seslerin ve anlatıların izini sürmekten geçiyor. Bu sadece bir tespitte bulunma amacına hizmet eden bir fikir değil aslında. Bu aralar içimden gelen, beni baştan çıkarmaya niyetli bir eylem çağrısı. Ve bu çağrıyı karşılıksız bırakacak değilim.
Ana yollardan, apartmanlardan, ışıklı tabelalardan, trafiğin keşmekeşliğinden uzak, tanımadığım semtlerde yürüyesim, sonbaharın eşliğinde avarelik edesim var. Çanakkale’nin kordonunda ve ya Balat’ın insanı geçmişe kaçıran sokaklarındaymışım gibi… Kuzguncuk yokuşları ya da Diyarbakır’ın kuçelerindeymişim gibi… Gün ışığı ile çıkıp, ruhu olan eski mahallelerin dar sokaklarını, Arnavut kaldırımlarını arşınlayasım var. Dedim ya ruhum serserilikte bu aralar. Ve bütün suçu da, Eylül’e atasım var.
Başını alıp gitmek istediğinde seni kucaklayacak, bütün yabancılığı ile seni sarmalayacak dilsiz duvarları, güvenli kapıları olmalı şehirlerin. Kendi yaşanmışlıklarından firar edip başkalarının yaşanmışlıklarına kaçma bencilliği barındırsa da kendi izini sürmekten başka nedir ki bu küçük yolculuklar? Eğer dikkatlice bakarsanız avlu kapılarında, bahçe duvarlarında, asırlık ağaçların gövdelerinde ya da ibadethanelerin avlusunda on yılların, yüz yılların geçit törenini izleyebilirsiniz. Eğer kulaklarınız ne aradığını biliyorsa, kapıları aşan fısıltıları, yüksek duvarların arkasındaki taş avlularda çınlayan kahkahaları, şen çocuk seslerini işitebilirsiniz. Ne yaşanmışlıklar, ne hikâyeler, ne ömürler vardır sessizlikle mühürlenmiş o duvarların arkasında.
İşi gücü bırakıp şehrin kuytularında hikâye kovalayasım var… Şansım yaver giderse, ya da burnum beni yanıltmazsa, herkesin birbirinin kısa pantolonlu çocukluk hallerini bildiği, bahçe kapılarının hala tanrı misafirlerine teklifsiz açıldığı, tavşankanı çayla demlenen sohbetler ederim. Sisli bakış, sararmış bir fotoğraf, tortusu geçmemiş bir anının peşine takılırım belki. Ezcümle, uzun zamandır işim bu; insan hikâyeleri kovalamak. Kolları sıvadım. Kısa vadeli bir yol haritası çizdim kendime.
Pazar sabahı erkenden kalkıp kayıt cihazımı, ajandamı attım çantaya. Önce tanıdıklardan başlamak daha akıllıca olacaktı. Eş dost ve yaşlı ziyareti sünnettir nihayetinde. Akşamdan birkaç arama yapıp kendimi kahvaltıya, ardından başka bir eve öğlen kahvesine, sonrasında da başka bir aileye ikindi çayına davet ettirdim, eli boş dönmeyi de cebime koyarak. Geçmişte kadın çalışmaları ve seçim süreçlerindeki ziyaretlerimden dolayı bu şehirde hoşnutlukla karşılanacağım, ailenin kızı gibi gören yüzlerce kapı var şükür.
Güneş olaydı iyiydi… Zira ben abartısız günışığı ile şarj olan bir mahlûkatım. Ama olsundu… Sonuçta yağmur da bir doğa şeysiydi… Sonbahar gibi bir sonbahar yaşıyoruz daha ne? Teklifsizliği ile arz-ı endam eden Ekim yağmurlarına aldırış etmeden şemsiyemi alıp çıktım sokağa. Uzun bir süre yürüdüm şehrin uyanmasını bekleyerek. Ana caddelerden değil, ara sokaklardan yürüdüm, bile bile çıkmaz sokaklara girdim, sonuna kadar gidip geri döndüm şımarık bir çocuk gibi.
Planlanan güzergâha girince endişe bastı. İlk evin kapısına yaklaşırken, fikrimin doğruluğundan şüpheye düştüm bir an. Basbayağı tuhaflıktı yaptığım. Karizmayı çizdirip dönmek vardı eve. Sonuçta beni başka bir kimlikle tanımışlardı onca yıl. Şimdi hikâyelerini anlatmalarını istiyordum. Hiç açmasa mıydım konuyu, çıkarmasa mıydım kayıt cihazını? Öylesine hoşbeş edip dönsem daha mı iyiydi? Elim gevezeliğe duran iç sesimi susturmak için zile bastı nihayet. Açılan sımsıcak kucakla her şey güzelleşti birden.
Yaşlı nineler ve dedeler hikâyelerini dinlemek istediğimi söylediğimde nasıl gururlandılar, nasıl keyiflendiler anlatamam. “ Eskiden yağmurlu havalarda, uzun kış gecelerinde ya da elektrikler kesildiğinde çocuklar battaniyelerin altına girer, anlattığımız hikâyeleri, masalları, söylenceleri dinlerdi. Önce bu televizyonlar çıktı, şimdi de akıllı telefonlar. Anlatmaya anlatmaya unuttuk be yavrum” diye başladı her anlatıcı. Kitaplarda yazılmamış, filmlere konu olmamış bir sürü hikâye, masal, mani aktı kayıt cihazıma. Güneşsiz ama keyifli bir Pazar geçirdim.
Yeni fikirler, yeni deneyimler her zaman iyidir. Arada ruhu serseriliğin tekinsiz yoldaşlığına vermek denenmelidir. Zihin açar, size kendinizle ve sınırlarınızla tanıştırır. Ve iç sesin ilk fısıltıları çoğunlukla doğruyu söyler, kulak vermek lazım.
Hikâyesi olan varsa itina ile dinlenir. Oldukça dağınık bir yazı farkındayım. Affedersiniz; bu aralar biraz serserilik var üzerimde… Hoş görünüz efendim.
Güzel hikâyeler biriktirmeniz dileğiyle…