belki soylu ve imamoğlu hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmeyi gündelik siyasetin gereği sayıyordur, lavrov ile trump muhtemeldir ki benzer bir tutumu diplomasi addediyordur.
egemen siyasette her dönemde zaman zaman rastlanan bir davranış biçimi son zamanlarda normalleşti; bunu, kısaca “kavgada söylenmeyecek şeyi basın önünde söyleme” olarak tanımlayabiliriz. yabancı siyasetçilere, başka devletlerin liderlerine karşı –denilenlerden haberdar olmayacakları varsayımıyla- daha kolay yapılıyor anladığım kadarıyla. çok mantıksız da değil, trump’ın yerine koyun kendinizi, dünyada böyle bir sürü devlet “adam”ı var, allah bilir hepsi her gün sallıyor, hangi birini takip edeceksin. üstelik saha üstünlüğünün, o üstünlüğün atıp tutmakla alt edilemeyeceğinin farkındasın; böyle bir ihtimali zaten aklına bile getirmiyorsun.
ama ülke içinde durum farklı, birine karşı dümdüz gidiyorsunuz ve söylenenlerden muhatabı, onun seçmenleri, kendi seçmenleri dahil herkes haberdar. erkek kültürü, kahve ortamı desek, orada hiç olmaz.
ekrem imamoğlu ile süleyman soylu’nun, adnan menderes’i anma etkinliğinde verdikleri fotoğrafın bu açıdan üzerinde durulmaya değer olduğuna inanıyorum. fotoğraf tabii bir ânı sabitliyor, gerçekliğin tamamını yansıtmıyor. ama yine de kendi adıma ekrem imamoğlu’nun yüzünde bir kırgınlık, bir sitem görmeyi isterdim; kendisine verip veriştirmiş bir başka siyasetçiyle böyle hiçbir şey olmamış gibi ilişki kurmanın “normalleşme”, “birlikte yaşama kültürü”, “gerilim siyasetini geride bırakma” falan gibi binbir tanımı olabiliyor. ama bunlar gerçekçi yaklaşımlar değil bence. iktidar ve unsurlarının tehdit olarak gördükleri siyasetçileri itibarsızlaştırmayı hedefleyen bu türden hamleleri basit rekabetçiliğin ötesinde, psikolojik savaşın bir parçası. ve siyasetin bilgiden, bilinçten bu kadar kopartıldığı bu dönemde psikolojik üstünlük çok önemli. kendisine akıl vermek bana düşmez ama imamoğlu, soylu karşısında sadece kendisini ve partisini değil, seçmenini de temsil ediyor ve onların duygu ve düşüncelerini de bir nebze de olsa yansıtması gerekirdi. çünkü o tehdit sadece kendisine değil, onu istanbul büyükşehir belediye başkanlığına taşıyan siyasal iradeye de yöneliyor.
gerçeklikten bile bile uzaklaşmakla kalmayıp özü itibarıyla karşısındakine hakaret etmekten başka bir içeriği olmayan cümleleri bir araya getirmek, bu vakada soylu’da, zaman zaman başka siyasetçilerde ve tabii tayyip erdoğan’da gördüğümüz bir tavır ve devlet büyüklerine “hakaret”in bu kadar çok yargı konusu olduğu bir döneme rast gelmesi de tesadüf değil tabii. şu açıkça söyleniyor bize: hakaret bir siyasal araç ve bu aracı kullanmak sadece iktidardakilerin hakkı!
adabı bir kenara bırakmak, elinde baskıdan başka ikna aracı kalmamış olanlara mahsus en çok. çaresizliğin işareti; adını koymak gerekirse bir şiddet biçimi; duygusal şiddet.
bunu nasıl tersine çevirebiliriz? öncelikle, yukarıda da vurgulamaya çalıştığım gibi normalleştirmeyerek. bunun ardından iki adım geliyor; bu hakkı kullanmayı mı savunacağız, bunun bir hak olmadığını mı? ben ikincisi doğru buluyorum. hakaret bir siyasal mücadele yöntemi ya da hak değil. ve sosyal medyada yürüyen tartışmalara, zaman zaman çeşitli dergilerin başka dergilere yönelttiği eleştirilere bakınca bu konunun bizim meselemiz olmadığını düşünmek de gerçekçi değil.
herkesin birbirine hakaret ettiği, herkesin birbiriyle alay etmeye çalıştığı, rekabetin ilişkilerin temelini oluşturduğu bir ortam, şiddete meyyal olmayan insanları siyasetten uzaklaştırır. bugün akp içinden sızan birçok bilgi, haber, dedikodu katlanılmaz bir ortama işaret ediyor; buna tahammül etmek için bir davaya inanmak yetmez, insanın çok büyük çıkarlarının, korktuğu şeylerin olması gerekir.
aynı şeyi muhalefet içinde düşünelim. herkesin birbirinin açığını kolladığı, herkesin birbirine karşı kozlar biriktirdiği, kimsenin birbirine, hele de rakiplerine güvenemediği ortam takdir edersiniz ki egemen siyasete mahsus değil. öğrenci derneklerinden stk’lara, sendikalardan sol partilere kadar uzanan geniş bir yelpazede karşımıza çıkıyor ve başta kadınlar olmak üzere birçok insanı yıldırıyor. soylu’nun sözlerindeki en fena şey, “pejmürde” kelimesini yanlış kullanması değil, şiddeti bir siyasal araç olarak kullanması ve bunun olağanlaştırılması.
bu örnek belki bizim için fazla ağır ama duygusal şiddetin çok daha hafif versiyonları bile bir davaya gönül veren insana “lanet olsun” dedirtebilir. belki soylu ve imamoğlu hiçbir şey olmamış gibi yola devam etmeyi gündelik siyasetin gereği sayıyordur, lavrov ile trump muhtemeldir ki benzer bir tutumu diplomasi addediyordur. ama ne o siyasetle ne de diplomatik ilişkilerle eşitlik, özgürlük ve adalet kurulamaz, kurulamıyor. kimse tehdide ve hakarete boyun eğmesin, kimse tehdit ve hakarete başvurmasın. sadece haksız davalar için değil, haklı davalar için de…
(artigercek.com'da yayımlanmıştır)