teoman’ın ölmek için güzel bir gün adında bir parçası var, mirkelam da söyledi, o yorum da çok hoş. başlıktaki sözler o şarkıdan işte. gün olur, kimisine sadece ölmek için güzeldir.
bazen bir klişenin sorgulanmasından çıkan sonuç yeni bir klişe haline gelebiliyor. intiharın psikolojik bir meselenin ötesinde felsefi bir konu olarak ele alınması da böyle oldu bence. tamam, felsefenin önemli bir teması intihar ama insan ruhuna dair bir mesela olduğuna da şüphe yok.
ağır depresyon vakalarında, hastanın kendini öldürmeye bile gücünün olmadığı söylenir; yani bu kolay bir şey değil, cesaretin yanında güç de gerektiriyor. ama temelinde acı, mutsuzluk ve en önemlisi çaresizlik olduğu kesin. dini inanç, intiharı günah saysa da engelleyemiyor, öyle olsa bu kadar intihar bombacısı olur muydu?
insan bazen ne kadar mutsuz, ne kadar yıkık olduğu mesajını vermek için canına kıyıyor, bazen içinde bulunduğu acı ve mutsuzluktan çıkış yolu göremiyor. kimse kendi kendine acı çekmiyor, mutsuz olmuyor, her mutsuzluğun, her acının sorumlusu olan başkaları var ve o anlamda her intihar, taammüden olmasa bile bir tür cinayet.
ama her sıkıntılı durum ölme arzusu uyandırmıyor, buna en fazla sebep olan şey umutsuzluk; o durumdan çıkılabileceğine, bir gün mutlu olunabileceğine dair inancın kalmaması. ve böyle sıkıntılar genellikle toplumsal sebeplerden kaynaklanıyor. yani intihar, aynı zamanda toplumsal bir mesele.
bu hafta yayınlanan bir grafikte gazze’de yaşayan çocukların yarısının yaşama arzusu duymadığı bilgisi vardı. belki ölmeyi arzulamıyorlar ama yaşama istekleri de yok çünkü geleceğe dair herhangi bir umutları yok. insan geçici olduğunu bilirse, kötü koşullara, felaketlere dayanabiliyor. aşk acısı çeken, bir yakınını kaybeden acısının bir gün hafifleyeceğini biliyor. hasta olanın iyileşme umudu var. ama toplumsal sebeplerden kaynaklanan sorunlar öyle değil. nitekim khk ile işlerinden olan ve çeşitli yasaklarla yaşayan ölü haline getirilenlerin 46’sı intihar etti.
esnetilen büyüme oranları, küçültülen işsizlik rakamları, pembe ekonomi tablolarının ardında milyonlarca parasızlık hikâyesi var. rengi depresyon grisi, sis bulanıklığında, ince buz tutmuş bataklık emniyetsizliğinde hikâyeler. hâki renkli zafer anlatılarının örtemediği, çare olamadığı hayat hikâyeleri.
alışverişin insanı mutlu ettiğini her gün her yerde duysak da gerçekten saadet parayla olmuyor ama parasızlık muazzam sıkıntılara yol açabiliyor. mesela yaz aylarında, ısınma için bile kullanılmamış olan elektrik faturası 600 küsur lira tutunca elektrik kesiliyor. ah neyse, ölümlerinden sonra.
orta sınıf, ekonomi politik açısından son derece sorunlu bir kategori ama sosyal açıdan belli bir anlamı olabiliyor. orta sınıf, çok yoksul kalsa bile, pazar toplandığında geride kalan çürük meyve sebzeyi toplamayı ölüm sayabiliyor, bunu ancak çocukları varsa yapabiliyor mesela. sadaka kabul edemiyor, genellikle yoksullara yakıştırılan görünümde olmadığı için, sadakaya layık da görülmüyor. yoksulluk, çaresizlik sinsice yaklaşıyor orta sınıfa ve daha fazla hasar vererek düşürüyor. hem artık kimse komşusu açken tok uyumuyor çünkü açlar ve toklar şehrin birbirine uzak, başka mahallelerinde yaşıyor.
sedat şenoğlu’nun yeni yaşam’da kullandığı çok isabetli ifadeyle fatih’te “ölü ele geçirilen” dört kardeş, binlercemizin içini yaktı. antalya’da, dokuz aydır ücretini alamayan bir babanın, kirasını ödeyemedikleri evden çıkartılmadan bir gün önce eşini, iki çocuğunu ve kendisini öldürmesi de. (ki fatih’te de benzer bir durum olma ihtimali yüksek görünüyor. insanlar bakmakla yükümlü olduklarının, kendileri göçünce daha beter duruma düşeceğine inanıyor, kimse yakınını topluma, devlete emanet etmeyi aklından geçirmiyor.)
ama yine binlerce kişi, onların açlığını, çaresizliğini hissetmedi, anlamadı, anlamaya çalışmadı. tam aksine, ölümlerinin ayrıntılarına, aç kurtlar gibi saldırdılar. nitekim, fatih’teki ev, gazetecilere açılmış. böylece belki de ellerinde kalan tek şey, mahremiyetleri öldükten sonra yağmalanmış.
dünyanın her yerinde kriz dönemlerinde intiharlar artıyor. ama türkiye’de ekonomiyi çok aşan bir çöküş var, “afganlaştırma” teriminin uygun düştüğü, üretimin, toplumsal hayatın, kültürün çöktüğü, çürüdüğü bir süreç. çöküş, mutsuz ve yoksun olmak demek değil. burada olduğu gibi, çocuklarının geleceği için diğer çocukları çiğnemekten başka çare görmeyen insanların oluşması mesela. kendi çocukları, gelecekte bilmemne sınavında bir puan öne geçsin diye, başka çocukları ağlatabilecek insanlar haline gelmek; ortak bir çözümü, ortak bir çıkışı aklına getirmeyen, başkasını dirsekleyip öne geçmekten başka çare bilmeyen, birlikte yaşasa da toplum olmanın birçok vasfını kaybetmiş insanlar olmak. çünkü toplum olmak komşusunun durumundan haberdar olmak değil, komşusunun hakkını tanımaktır. dünyanın her yerinde neoliberalizm, hayatı, toplumları değiştirdi ama türkiye’de siyasi müdahale, biraz daha farklı bir hayat ve toplum kurdu, kurmaya da devam ediyor. o yüzden bugün komşusunun hayatını gözlemlemekten geri durmayanlar onun hakkına pekala girebiliyor.
bu, iktidar eliyle oldu ama iktidarla birlikte ortadan kalkacak bir şey değil. sokak gösterisiyle değiştirilebilecek bir gerçeklik olmadığını söylemeye bile gerek yok. dayanışmayı yücelterek, ahlaka ve vicdanlara seslenerek halledilecek bir mesele hiç değil.
(şunu da hatırlatayım, vicdan vb. kişiye çıkar sağlamayan değerlerin daha fazla önemsendiği yıllarda dahi sol, vicdandan değil, sınıfın ortak çıkarlarından söz ediyordu. son otuz yılda yükselen kadın kurtuluş hareketi kadınların ortak ezilmişliğinden ve buna karşı mücadeleden söz ediyor, kimsenin vicdanına falan seslenmiyor.)
fatih’teki evin kapısında siyanürle ilgili bir uyarı bulunması, son ânında bile başkalarını dikkate almanın işareti ve bu işe girişmeden önce etraflıca araştırma yapıldığını düşündürüyor. yeni toplumumuza uyumsuz şeyler bunlar. acıyla haykıracaklarını, kusacaklarını, moraracaklarını, oksijensiz kalacaklarını, yemek borularında ve midelerinde kanama olabileceğini yani son anlarında acı çekeceklerini bilerek. buna rağmen, bunu bile bile… bunu göze aldıran, devasız, çaresiz bir acı olmuş yaşamak. hepimiz bir gün öleceğiz ama bu hayat sizi de ürkütmüyor mu?