türkiye’de, pırlantanın bugünkü biçimiyle konu olmasının çok uzun bir geçmişi yok. bunda, nil karaibrahimgil’in, bir pırlanta firmasının siparişi üzerine yaptığı söylenen malum şarkısının etkisi de vardır. bu topraklarda daha önce de mücevher alınır, takılırdı ama bunlar altın ağırlıklıydı, tek taş yüzükle evlenme teklifiyse, sevgililer günü’nden bile daha yeni bir alışkanlık.
mücevherden çocuklar da bebekler de nasibini aldı hep. bebeklerin omzuna altın, nazarlık, daha sonra kolye ucu olarak kullanılabilecek minik altın süsler yıllardır takılır. bunların arasında pırlantalı olanlar da vardır belki ama bir bebeğin parmağına, belki büyüdüğünde kullanabileceği bir tek taş yüzük takmak görülmüş şey değil. ve bunun, oturup kalkıp muhafazakârlıktan, gelenekten dem vuran çevrelerde cereyan etmesi, dikkat çekmeyecek, konuşulmayacak gibi değil.
türkiye’nin, adlarını daha çok duymuş olduğumuz eski zengin aileleri böyle şeyler yapmazdı. cemiyet dergilerinde fotoğraflarını görebileceğimiz evlerinde altın varaklı kanepeler falan değil, sanat eserleri bulunurdu. türkiye’nin sanat piyasasını, olduğu kadarıyla onlar ayakta tutuyor, aralarında birçok resim koleksiyoneri var. sinemadan, edebiyattan da anlıyorlar ve çoğu karikatürlerdeki göbekli zengin imgesine hiç uymayacak şekilde sağlıklı ve fit. (şişmanlığın zenginlere değil fakirlere mahsus olduğunu karikatürcüler öğrenemedi ama bu başka bir yazının konusu.) o çevredeki kadınların çoğunun “estetiğini” hatta bazen makyajını bile fark etmezsiniz. gündelik giysileri aşırı sade ama bir gelinlik fiyatına toplanmış olabilir. “eski para” da denilen, on yıllarca kim bilir kaç bin kişinin emeğine el konularak oluşturulmuş köklü servet, genellikle şatafattan uzak ve zevklidir.
akp döneminde, onun çevresinde oluşan yeni zenginlerin çoğu böyle değil. kendi cemaatleri içinde infial, dışarıda alayla karşılanan bir tarz geliştirdiler. “görgüsüzlük” terimi etrafında dönen ve açıkçası politik sayılamayacak eleştirilerin konusu olan bu durum, paranın el değiştirmesine dair bir gösterge ve bu değişikliğin zaman zaman -tüsiad ve üyelerinin kimi tepkileri gibi- politik sonuçları da oluyor. son dönemde, belli bir emniyetsizlik algısıyla servetlerin hatta fabrikaların ülke dışına çıkarılması dahi söz konusu ve bu, şüphesiz ekonomik durumu da etkiliyor. ama hepsi bu…
bir ülkenin burjuvazisinin nasıl yaşadığı, sanata mı zevksiz mobilyalara mı yatırım yaptığı, bunların kamulaştırılacağı bir devrim sürecinde belki önemli olabilir. sanat eserleri ait oldukları yere yani kamusal alana taşınır, mesela. altın varaklı koltuğu ne yapacaksınız, parka koysanız üç günde kullanılmaz hale gelir. şaka bir yana, bu fark gerçekten bugün bu kadar önemli bir mesele mi?
özellikle ekonomik kriz ortamında, insanlar parasızlıktan, çaresizlikten canlarına kıyarken israf ve teşhir çoğumuzu çileden çıkartıyor. ama bugünkü mesele sadece mevcut kamu kaynaklarını kimin, nasıl, ne kadar kullandığıyla ilgili değil. o da önemli tabii ama erdoğan ve ailesi, akp yöneticileri, kamuya atanan yöneticiler, yeni güçlenen islami sermaye çok mütevazı hayatlar sürse, 17 yılda gerçekleşen neoliberal dönüşümün etkilerini yok sayabilir miyiz?
sosyal güvence, emeklilik, esnek çalışma, vergi, tarım politikaları gibi konularda yapılan değişiklikler, emekçilerin mevcut krizi bu kadar ağır yaşamasının, buna karşılık burjuvazinin “kaza”yı hafif atlatmasının sebebi değil mi? iki örnek vermek istiyorum.
ilki duvar’da bahadır özgür’ün yazısında anlattığı boğaziçi başkanlığı ve değerli konut vergisi meselesi. boğaziçi konusu, istanbul belediyesinin yetki alanının sınırlanması bağlamında gündeme geldi ama bahadır özgür başka ve çok önemli noktalara dikkat çekiyor. (bahadır özgür’ün diğer yazıları da akp eliyle gerçekleşen neoliberal dönüşümü anlamak için birebir.)
ikinci örnek çok konuşulan emeklilik konusunda olsun. biliyorsunuz, sigorta girişi 1999 yılına kadar yapılmış kadınlar 20 yıl 5 bin gün, erkekler 25 yıl 5 bin günü tamamladıklarında yaş şartı aranmaksızın emekli olabiliyordu. 1999 yılında yapılan bir düzenlemeyle, o tarihten sonra sigorta girişi yapılmış olan kadınlar 58 yaşına gelip 7 bin gün çalıştıktan, erkeklerse 60 yaşına gelip 7 bin gün çalıştıktan sonra emekli olabiliyor. bugün emeklilikte yaşa takılanlar bu insanlar. yani 7 bin işgünü prim ödemişler ama yaşları dolmamış. ama 2008’den sonra sigorta girişi yapılanlar için durum daha da kötü olacak. çünkü emeklilik yaşı kadın ve erkekler için 65’e çıkartıldı. türkiye’de ortalama yaşam süresi daha yeni 78’e çıktı ve 45 yaşını geçmiş insanlar çok zor iş buluyor. aile, çalışma ve sosyal hizmetler bakanı zehra zümrüt selçuk, eyt ile ilgili, “en az on analiz yaptık, her türlü kombinasyonu denedik, hiçbirinin maliyeti sürdürülebilir değil” dedi. özellikle yerel seçim öncesi çok etkin ve hareketli olan emeklilikte yaşa takılanların buna nasıl tepki vereceğini zaman içinde göreceğiz ama şu açık; emekçiler hayatlarını etkileyen, somut meseleler için harekete geçmeye hazır ama yöneticilerin israfı en fazla söylenmelerine sebep oluyor. kaldı ki, bir zamanlar daha mütevazı hayatlar süren insanların zaman içinde zenginleşmesi öfke kadar ümit de uyandırıyor, namlı amerikan rüyasını andıran, bir tür türk/islam rüyası!
chp, istanbul’da belediye seçim kampanyasını “israf” üzerine kurdu, imamoğlu başkan olduktan sonra teşhir ettiği harcamalar çarpıcı ve önemliydi. ama reform da devrim de bununla yetinemez. kamu kaynaklarının nasıl kullanıldığı da önemli tabii ama politik olarak esas belirleyici olan kamunun nasıl yönetildiği. biliyorum, “zenginin malı züğürdün çenesini yorar” deyişi aslında sınıfsal bir temsile işaret ediyor ama siyaset bunun ötesine geçmeyi, şatafatla değil ekonomik politikalarla, genel olarak politikalarla uğraşmayı gerektirmiyor mu?