İnsanların bir arada barış içerisinde, temel haklarına sahip, haklarını kullanabiliyor durumda yaşayabilmelerinin gittikçe güçleştiği günlerden geçiyoruz. Nefes alamıyoruz adeta. Dört bir yanımızdan kuşatılmış gibiyiz. Her gün bir kötülük, her gün bir cinayet, her gün bir cezasızlık… Hak ve özgürlüklerimizi günden güne kaybediyoruz. Kendi görüşünden olmayanları tümden susturmayı hedefleyen bir zihniyetle karşı karşıyayız. Güne uyanmaya korkar hale geldik. Tüm bu yasadışılığa, cezasızlığa karşı duran, hak ve özgürlük mücadelesi verenlerin haklarını teslim ederek, her zaman olduğu gibi bugünlerde de biraz olsun nefes almamızı sağlayan alan, edebiyat oluyor. 2022 Nobel Edebiyat Ödülünü; biyografisini toplumsal hafıza ile bütünleştirerek yazan, unutulmamayı sağlayan Fransız Yazar Annie Ernaux’un kazanması ne güzel değil mi? Bizi mutlandıran bir olay. Bunca kötülüğe rağmen ‘güzel şeyler de oluyor’ dedirten cinsten hem de… Biraz nefes alma diyorum bu yüzden, biraz edebiyat. Kaçış olarak değil tabii ki, her iyi edebiyat eserinde olduğu gibi, dünyayı, çevremizi biraz daha anlama, anlamlandırma, kendimizi görme, kaçınılmaz olarak tanıma biraz da ve yüzleşme. Şimdiye ancak bu şekilde varabiliyoruz çünkü.
Ernaux’a dönersek tekrar; kişisel hafızanın kökleri, kolektif baskılanma, yabancılaşma, sosyal eşitsizlik, sınıf çatışması, evlilik, kadın özgürlüğü, cinsellik, kürtaj, ölüm ve yaşlılık gibi temaları kendi deneyimleri üzerinden aktaran yazarın, Türkçeye çevrilmiş Yalın Tutku, Babamın Yeri, Boş Dolaplar ve Seneler isimli kitapları var. Henüz Türkçeye çevrilmeyen Kürtaj adlı eseri sinemaya da uyarlanan Ernaux’un eserlerinden Seneler’i okudum geçtiğimiz yaz aylarında, diğerleri sıradaydı. Çeşitli kaynaklar -kendisi de- Ernaux’u okumaya Seneler ile başlanmalı, diyor. Ben bilmeden doğru yerden başlamışım, sizlere de öneririm Seneler’i.
Bugünkü yazının esas konusu bir kitap. Gionconda Belli’nin Kadınlar Ülkesi. Ernaux gibi hafızadan yola çıkarak, eserlerinde kendi deneyimlerini bazen biyografik olarak bazen de Kadınlar Ülkesi’nde olduğu gibi kurgusal aktaran bir yazar Gionconda Belli. Kitabın konusu adından da anlaşılacağı gibi kendi varoluşları üzerine kafa yoran kadınlar ve kadın olmamıza, kendimiz olmamıza karşı çıkanlar ve kurulan, düşülen tuzaklar. Kadınlar Ülkesi, benim okuduğum iki kitaba ad olmuş. İlk okuduğum Kadınlar Ülkesi, Charlotte Perkins Gilman’ın 1915’te yazdığı ütopik romanı. Bu yüzden Belli’nin Kadınlar Ülkesi ile Perkins’in Kadınlar Ülkesi’ni karşılaştırmak kaçınılmaz.
Sadece kadınların yaşadığı; rekabet, cinsiyet ayrımı, cinsiyete dayalı iş bölümü, yoksulluk, savaş, düşmanlık gibi kapitalist düzene ve ataerkil sisteme ait hiçbir olgunun bulunmadığı ütopik bir ülkeyi ve bu ülkeye tesadüfen gelen üç erkeğin burada yaşadıkları deneyimi anlatan Perkins’in romanına karşın, Gioconda Belli’nin Kadınlar ülkesi, erkeklerin hiç olmadığı bir ülke kurgulanmadığı, erkeklerin dönüştürülmesini hedefleyen bir metin olduğu için, gerçekleştirilmesi daha olası bir ütopya.
Perkins’in Kadınlar Ülkesi, feminist unsurların ütopya olarak edebi kurguya ilk kez taşınması açısından, tarihsel öneme sahip. Belli’nin Kadınlar Ülkesi ise henüz 2010’da yayımlandı ve 2020’nin mart ayında Ceren Hasançebi’nin çevirisiyle Türk okurlarla buluştu. Yani henüz çok yeni.
Belli’nin Kadınlar Ülkesi’nde kadınlara atfedilen güzellik, estetik, ses tonu, nezaket, doğurganlık gibi vurgular özellikle altı çizilip ön plana çıkartılırken, Perkins romanında kadınları; saçları çok kısa, aynı tip giysiler giyen, çok fazla gülmeyen kısaca kadına atfedilen özelliklerden tamamen arındırılmış olarak kurgulamış.
Karşılaştırmalar çoğaltılabilir ama bu kadar tamamdır diyerek, Nikaragualı yazar-şair-gazeteci Gioconda Belli’nin Kadınlar Ülkesini eksene oturtursam, kitabı yazarından ayrı tutarak okumak birçok kitapta olduğu gibi bu kez de olamadı. Çünkü Belli’nin yaşamı gerçekten ‘yazsam roman olur’ denilenlerden. Şu anda 74 yaşını süren Belli’nin, Nikaragua tarihinde çok önemli yere sahip Sandinistlerle tanışmasından sonra; yer altı çalışmalarının aşkla, aşkın devrimle, devrimin özgürlükle, özgürlüğün feminizmle sürekli kesiştiği zaman zaman birbirlerine ters köşe yaptıkları, sürekli sorgulamalar, özeleştirilerle geçen bir yaşamı olmuş. Günümüzde, dingin sayılabilecek günlerini Amerikalı eşi ile birlikte, eşinin ülkesinde sürdüren yazar, Kadınlar Ülkesi’nde hiç Nikaragua’dan bahsetmiyor. Ancak, romanın geçtiği Faguas -Türkçeye sülünler olarak çevriliyor- adındaki ütopik ülke, aynı Nikaragua gibi yoksulluğun alt kademesinde. Başkanlık Sarayının bulunduğu yer, Nikaragua’nın başkenti Managua gibi göl kenarında. Faguas da Nikaragua gibi volkanik dağlar ve göller ülkesi. Siyasi çalkantılar, yolsuzluklar, kirli oyunlar da aynı Nikaragua’nın geçmişi ve bugünü gibi. Romanda Nikaragua, Faguas oluyor ama söz edilen diğer tüm ülkeler gerçek isimleriyle anılıyor.
Kadınlar Ülkesi’nin ana derdi, hepimizin daha doğrusu dünyayı kadın bakışı ile algılayanların, bu algı ile değiştirip dönüştürmeyi dert edinenlerin yabancı olmadığı bir durum: Ataerkil toplumda, anne ve eş olma rolleri ile ev dışında çalışmak yerine evde çocuk-yaşlı bakımı ve ev işlerinin toplumsal olarak kadınlara yüklenmesi. Anahtar cümle ise: “Kadınlar için evden çıkıp çalışmak, onları ikiye ayırmadan mümkün olmalı.”
Belli bu sorunsalı tüm kalıpları zorlayarak ütopik olarak kurgularken, zaman zaman öğretici bir dile kayıyor ama bu durum göze batarak rahatsız etmiyor.
Romanın ana karakteri Vivian Sanson, kadın arkadaşlarıyla birlikte bir parti kuruyor. Erkeklerin büyük çoğunluğunun çeşitli aşağılamalardan sonra anında kaçacakları, kadınların bir bölümünün ise kadınlık durumlarının tuzaklarından en bilinenine düşecekleri bir de isim buluyorlar partiye: Erotik Sol Parti.
Kitap ilk başlarda; kadınlık, annelik, ev işleri üzerinden gidiyor. Hani diyorsunuz, kadın partisiydi! Hem de feminizm falan diyorlardı. Yine annelik, yine kadınlık, yine ev işleri… Başkan Hanımın, kitlelere hitap ederken aklından geçenler bile tamamen anneliğe, çocuklarıyla geçirdiği zamana ait. Yani bir erkeğin kitlelere hitap ettiği kürsüde aklının ucundan bile geçmeyecek konular.
Ancak kendi aralarında tartışmalara neden olduğunda da görüyoruz ki ESP’nin yaptığı, kadın kültürünü yüceltmek. Kadınlara, olduğu değerden farklı olarak atfedilen, çoğu zamanda aşağılayıcı olan ‘kadınsı’ özellikleri sürekli ön plana çıkararak, göze batırarak, esas değerlerini önemsetmek. “Kadının erkeğe benzemesi, kadın hareketine vurulacak en büyük darbedir. Kadının erkekten farklı olduğunu gösteren en başta doğurganlık olmak üzere tüm özellikleri ön plana çıkarılmalıdır,” diyen radikal feministlere göz kırpan Belli, feminist toplum ütopyasının bazı çıkmazlarına da dikkat çekerek, Ursula Le Guin’in Mülksüzler için kullandığı ikircikli ütopyaya selam gönderiyor. Ütopyanın gerçekleşmesi için toplumsal uzlaşmanın gerekli olduğunun altını çiziyor. En iyi için çabalarken, yanlış sonuç doğurabilecek yollara sapılabileceğini, en beklenmedik anda beklenmedik sürprizler olabileceğini, sorunları gidermek, eksikleri tamamlayabilmek için sürekli mücadele gerektiğini, yapılmak istenenin kadın partisi kurmak, kadın başkan seçmek değil, kadın gücünü var kılmak olduğunu, sömürülerin en eskisi olan kadın sömürüsünü kelime kelime, cümle cümle anlatıyor Belli. Sadece kendi çıkarı ile biat ettiklerinin çıkarını gözeterek ülke yönetenlerin kapitalizm ve dinden nasıl beslendiklerini de atlamıyor.
Belli, Kadınlar Ülkesi’nde Nikaragua’da yaşanan birçok olaya ve dünya edebiyatından birçok yazar ve eserine gönderme yaparken, gerçekçilik vurgusu için de tarihi belgeler ve gazete haberleri ile donatıyor metnini. Burada da Belli’nin gazeteci kimliğinin öne çıktığını görüyoruz.
Kadınlar Ülkesi’nde olaylar günümüz ve geçmişte geçiyor. Geçmiş, Vivian Sanson’un vurulduktan sonra kendi deyimiyle arafta olduğu sırada, bulunduğu mekânın raflarında geçmişte bir yerlerde unuttuğu eşyaları teker teker bulmasıyla aktarılıyor. Kaybolan eşyalarda, yaşanmışlıklar, yaşanmamışlıklar, üzüntüler, sevinçler, özlemler görüş alanımıza giriyor. Bugüne, şimdiye gelinen yolu izliyoruz Vivian ile.
Çağına tanıklık eden Gionconda Belli’nin Kadınlar Ülkesi’ni tadına doyulmaz bir hızla okuyup bitirdikten sonra, eserde yanıtları olan; ‘tecavüzün cezası ne olmalıdır?’, ‘hedeflenen amaç için kirli kampanyalar gerekli midir?’, ‘işleri ne oranda tersine çevirebiliriz?’, ‘iktidara her gelen mutlaka güç kullanır mı, kullanmalı mıdır?’ gibi güncelliği hep baki ve tartışmalı sorular kaldı benim aklımda.
Yazarın; Tenimdeki Ülke Nikaragua/ Aşk ve Savaş Anıları ile Portakal Ağacında Oturan Kadın adlı kitapları da Türkçeye kazandırılmış. Seni Sevmek Nikaragua adlı bir kitabı daha var Türkçede, ancak sadece sahaflarda görülüyor. Portakal Ağacında Oturan Kadın nasıl güzel bir kitap ismi değil mi? Diğer kitapları da umarım Türkçeye çevrilir.