“Burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi!” demişti Tezer Özlü 1977 1 Mayıs’ından sonra…
34 kişinin yaşamını yitirdiği 1 Mayıs’a katılıp, canlı olarak alanı terk edebildiğinde, yakın dostu Leyla Erbil’le dertleşirken kurmuştu bu cümleyi. Son günlerde aklımda dönüp duruyor Özlü’nün yurdunu terk etmeden önce kurduğu bu cümle. Ne çok insan yitirdik son yıllarda… Ne çok kadın ne çok çocuk. Hepsi de devlet dersinde yok oldular. Ama canımız 6 Şubat’ta yandığı gibi yanmadı hiç. Hiç bu kadar çaresiz hissetmedik, hiç bu kadar küfürle dolmadı içimiz. Acı, üzüntü, öfke, isyan iç içe geçti, çöreklenip oturdu içimize. Gidecek gibi değil... Gitmemeli de zaten.
99 depremini Adapazarı’nda yaşadım. Abimin cenazesi için gittiğim kentte; 45 saniye on binlerce canı yaşamdan kopardı, on binlercesini olumsuz etkiledi. Depremin ardından kentte karşılaştığım insanlar kayıplarını anlatırken başka birinin kaybını anlatır gibiydi. Gözlerinden okunan acı, sözlere ulaşamıyordu. “Amcamı, halamı, 3 yeğenimi kaybettim” diyen bir arkadaşımı hiç unutmuyorum. Gözleri boş bakıyordu, sözleri duygudan uzaktı. Hissizleşmişti insanlar. Aynı tanıklıklara 6 Şubat’tan sonra da rastladık.
Aradan 24 yıl geçti. Milyarlarca lira deprem vergisi toplandı. Vergiler nerede, diye soranlardan hesap soruldu, cezalar kesti sorumlu olup hesap vermesi gerekenler. Yolların, köprülerin yapıldığını öğrendik deprem vergileriyle, son depremde bölgeye ulaşımı sağlayamayan. Bölgede büyük deprem yaşanacağını söyleyen uzmanların sesleri kulak arkası edilip, yeni ölüm mekanları yaratıldı rant arsızları tarafından.
Ve 6 Şubat yıkımı… Biliyorduk da bir de gördük. Gördük ki olası, beklenen depremler için hiçbir yatırım yapılmamış, hiçbir önlem alınmamış. “Hiç’ kelimesi büyük gelebilir, yapılanlar da var, denilebilir. Ama yetti mi on binlerce canın enkaz altında kalmamasına? Yetti mi “Sesimizi duyun, bizi kurtarın!” diye yıkıntılardan yükselen yardım feryatlarının duyulmasına? Aslında biz duyduk. Biz yüzlerce kilometre uzaktan duyduk da sorumlular duymadı! Duyanlar zaten enkazların başındaydı. Yürekleriyle, elleriyle, kazma kürekle…Çaresizliğimiz bundandır. Bundandır yediğimizden, içtiğimizden, uyuduğumuzdan, okuduğumuzdan, gülümsediğimizden utanmamız… Utanması gerekenler utanmazken!
Selle bir kez daha vurulan bölgedeki insanlar küreklerle su basan çadırlarının etrafına koruma duvarı yapmaya çalışıyor balçıkla... Ayakları çıplak çocuklar sularla çevrili çadırların etrafında…
Yükseklerden, kuru yerlerden sesler geliyor: 1 yılda yağan yağmur 1.5 günde yağdı! Toprak suya doydu, barajlar doldu!
Kulaklarına inanamıyor insan. Toprak neye doydu? Daha ne kadar canın gitmesi gerekiyor vicdanların sağır olmaması için?
Maraş’tan bir tanıklık: “Maraş Merkez Çarşı tarafında 13 yaşında Teslime isimli bir kıza ulaştık, sesli dinleme ile. Zor durumdaydı, yanındaki beşikte 1 yaşındaki kardeşi vardı, yaşamıyordu. Teslime’yi çıkardık. Annesinin babasının yan odada olduğunu söyledi. Defalarca sesli dinleme yaptık, ses yoktu. Kız çok ısrar etti, hatta olayın şoku ile halüsinasyon gördüğünü düşündük. Sonra ilerlemeye devam ettik ve Teslime ile anne-babasını buluşturduk. Çok iyi durumdaydılar. Bilinçleri açık, yaralanma yok. Sesli dinlemede neden ses çıkarmadıklarını sorduk. Türkçe bilmediklerini söylediler. Arapça ses çıkarırlarsa onları çıkarmayıp, bırakıp gideceğimizi düşünmüşler.”
Sözün bittiği yer! Yaşadıklarının ölmeye razı gelmekten daha ağır olması.
Başka bir tanıklık, tarihi daha yeni. Yer Hatay/Kırıkhan. İki fotoğraf paylaşmış Kazım Kızıl (dileyenler sosyal medyada bulabilir). İlk fotoğrafta bir enkazın önünde yağmur altında yokuş aşağı koşarken görüyoruz minik kızı. Elinde boş bir kova. İkinci fotoğrafta da 9 yaşındaki aynı kız var bir erkek çocuk ile. Elindeki kova yine boş. Kızıl iki fotoğrafı birkaç dakika arayla çekmiş. Küçük kızın elindeki kova yine boş çünkü yemek alamamış. “Olsun,” demiş fotoğrafını çeken Kızıl’a “öğleden kalanları yeriz.” Fotoğraflar depremin 36. gününde çekilmiş. Büyük yıkımın üzerinden 36 gün geçmiş ve hala insanlar yemek için girdikleri kuyruktan elleri boş dönebiliyor.
Uzun ve dağınık bir yazı oldu biliyorum ama doğa olaylarını afete dönüştüren insan hatalarını unutmamak için deprem tanıklıklarını sık sık hatırlamak gerekiyor. Aşağıdaki tanıklık çok yakın, yıkımın 4l. gününden, Adıyaman deprem koordinasyonunda gönüllü bir kadından: “Bugün depremin 41. günü. Enkazlarımızın birçoğu yerde ve hiç karışılmamış. Kefensiz gömdüklerimizin yasını tutamadan hayatta kalanları ayakta tutmak için ilk günden itibaren sahada gönüllü olarak çalışan onlarca insandan sadece biriyim. Gördüklerimi, duyduklarımı yazarsam insan kalan tarafınız acır. Zaman geçmek bilmese de iyileşmeye çabalıyoruz fakat bu sefer de sel felaketinin bıraktıklarıyla boğuşuyoruz. Bir şey değişmedi sel sürecinde de kimse yoktu yine yalnızız, yine el uzatan duyarlı halk oluyor. Dışarıda korkunç bir yağmur var, gök gürültüsünden çocuklar bağırıyor, elektrik yok, bir köy evinde sadece bekleyebiliyoruz. Yerle bir olan şehrimizde kurulan çadırlar su altında. Tabi çadırı olanlar şanslı, su altında bile olsa çadırları var. Deprem öldürmedi, soğuk öldürmedi, sel öldürmedi ama bu sefer yokluk öldürecek. Adıyaman şu an kocaman bir yokşehri, Adıyaman ve ilçelerinde hiç içme suyu yok. Çocuklarımız için ayakkabı, çorap, iç çamaşırı, tişört ihtiyacımız var. Yetişkinler için iç çamaşırı, ayakkabı, çorap, eşofman ihtiyacımız var. Bulaşık ve çamaşır deterjanına ihtiyacımız var. Kişisel hijyen malzemelerine ihtiyacımız var. En önemlisi dayanışmaya ihtiyacımız var, lütfen sesimize ses olun.”
Büyük yıkımın üzerinden 42 gün geçti. Afet bölgesinde halen çadır, temiz su, hijyenik ortam, insanca yaşamanın şartları oluşturulamamışken, sivil dayanışma seferberliği yıkımın ilk gününden beri olduğu gibi hala engellenirken, yükseklerden ‘şehrinizi en kısa sürede yeniden kuracağız’ sesleri gelebiliyor.
6 Şubat depreminden sonra yaşananlara EŞİK raporunda1 şu şekilde giriş yapıyor kadınlar: “6 Şubat depremleri topluma bir kez daha ayna tuttu. Doğa, görebilen gözlere bir kez daha insan eliyle yapılanların ve yapılmayanların depremi nasıl afete dönüştürdüğünü gösterdi. 1999 Marmara depreminde “Deprem değil, binalar öldürür” en çok tekrarlanan cümlelerdendi. 6 Şubat depremlerinin ardından, buna ek, daha can yakıcı cümleler kurmak zorunda kaldık. Deprem değil; ayrımcılık, bilime kulak asmamak, rant, liyakatsizlik öldürür gibi cümleler kurduk.” EŞİK gönüllülerinin hazırladığı raporun linki aşağıda, okumanızı öneririm.
Evet, artık yurttaşlar karamsarlık duvarını geçmeye başladı. Kaygılar, yoksunluklar devam ediyor ama korkulardan arınarak kurulan dayanışma ağı da genişliyor. ‘Dayanışma’nın D’sini duymak istemiyor iktidar ve etrafı. Acı, üzüntü, öfke, isyan iç içe geçti, çöreklenip oturdu içimize, demiştim ya. Buradan koskocaman bir dayanışma çıktı. Dayanışmanın inceliği çıktı. İktidarın korktuğu da bu. Toplumsal ve siyasi her türden dayanışmanın 14 Mayıs2ta karşılarına set çekmesi en büyük korkuları. Korktukları bu kez başlarına gelir umarım.
1 ESIK_DepremRaporu_TCE_BakisAcisindan_GelecegeNotlar.pdf
214 Mayıs öncesi siyasi partilere hatırlatma: Kadın Koalisyonu’nun, kadınların karar ve çözüm süreçlerine eşit katılım ve temsil hakkının hayata geçirilmesi için yaptığı bir çağrı var: