Sen gittikten sonra buralara çok yağmur yağdı…
Bu yazıyı son akşamında Elvan’ın balkonunda otururken dinlediğin ve hüzünlü ezgisiyle bizi bir başımıza bıraktığın Kronos Quarter & Alim Qasımov eşliğinde yazıyorum. Hepimizin gözleri önünde son nefesini vermiş olmana, cenaze töreninde bulunmuş ve üstünden günler geçmiş olmasına rağmen inanması, alışması bizim için çok zor, artık olmayacağını bilmek.
Sen gittikten sonra seni konuştuk, gidişinin ilk akşamında burada ve cenaze töreninden sonra da senin evinde. Fonda, sevdiğin klasik ezgilerin tınısı eşliğinde, güle ağlaya seninle ilk tanışmalarını, kavgalarını, anılarını paylaştı en sevdiklerin, seni sevenler, en yakınların, öğrencilerin ve dokunduğun insanlar. Ölünün ardından konuşulmaz derler ama biz enikonu dedikodunu yaptık bilesin. O zaman fark ettim ki seni tanıma açlığı yokluğunla sonlanmıyormuş.
AŞA dedin ve ölümü karşılamak için burayı seçtin. Taşraya olan tutkunu bilenler bunu makul bulacaklardır. Son yıllarında Adapazarı’ndaki insanlarla kurduğun ilişkilenmenin yarattığı sinerjinin seni nasıl beslediğini bilenler, seminer ve eğitimlerine katılan insanların çevrende oluşturduğu sevgi çemberine tanık olanlar ölüme hazırlanmak için neden burayı seçtiğini anlayacaklardır.
Her eğitimi, her oturumu her etkinliği nasıl da bir şölene dönüştürürdün. Ölüm bedenini gün be gün kendine çekerken bile seminerlerine devam ettin. Nefret ettiğin hastaneye yatırıldığında bile durmadın, hastane odasından video konferanslarını sürdürdün. Hemşireler ilaç vermeye geldiğinde biz evlerimizde çay sigara molası verdik. Her birimiz yakın bir zamanda gideceğin gerçeğiyle baş etmeye çalışırken ve senin için endişelenirken sen heyecanla yeni projeler planlıyor, bizimle paylaşıyordun. O durumunda bile bizleri kollayıp durdun.
Herkesin hafızasında bir “İskender Savaşır” imgesi var. Ve daha sen hayatta iken şekillenmiş, dile getirilmiş imgeler. Elvan’ın Kutup Yıldızı’ydın. Cengiz’in yolunu aydınlatan ışık’tın. Sevcan için pusula. Kimisi için ulu bir çınar ağacı, kimisi için de kaynaktın. Şamil’in sesi kulaklarımda; “İskender Savaşır dönüştürür.”
Her birimizin seninle ilgili başka başka hikâyesi var. Benim İskender Savaşır’ım ise bir Hızır hikâyesiydi.
Seninle tanıştırıldığımda, ismin sohbetlerimizde geçtiğinde hep burun kıvırırdım. Dava insanıydım. Sokaklarda olmak gerekiyordu, mücadele esastı. Halkın özgürlüğe, eşitliğe, demokrasiye ihtiyacı vardı. Entel dantel işlerle uğraşacak zaman değildi. Ta ki birkaç yıl sonra hayatım bir yol ayrımına gelene kadar. Yolsuz kalmıştım, dünsüz ve yarınsız. Yeniden ayağa kalkmam gerekiyordu -ki defalarca düşüp her defasında dizlerimdeki sıyrıklara aldırmadan kalkmış olmama rağmen- bu sefer yeniden nasıl başlanır bilmiyordum.
Kibrimi hiç saklamadan sana geldim. Tevazu ile dinledin beni. Çalışmalarına dahil ettin tüm direncime aldırmadan. Ama ben hep bir ayağım dışarda durdum. O duvarı aşamadım. Hayat kesiği yaralarım, yenilmişliğin tozu toprağı vardı üzerimde. Başka çocuklar vardı bahçende, etrafında gülücükler savurarak doyunca oynayan. Senin sesin doldu kulaklarına, dokunuşların değdi hayatlarına. Giremediğim bahçene burun kıvırdım uzun zaman. Belki de beni kayırmanı bekledim. Sonra anladım ki kimseyi kayırmazmışsın. Ve o duvarın dibinden hiç ayrılmaz, yüzümü başka yöne dönemez oldum. Ben hep bahçe duvarının kuytusunda izledim bahar dallarınızı. Sonra yüzümü yalayan ışığı hissettim. Esintiyle gelen çiçek kokularını aldım.
Psikanaliz, sanat tarihi, müzik, arkeoloji, insanlık tarihi, felsefe, edebiyat, siyaset, şiir, dinler tarihi ve daha birçok konuda sözü hatta aktarım yapabilecek birikimi olan birisi olduğunu zamanla anladım. Bu kadar bilgi-inliğine rağmen hiç öğretmenlik yapmayışına, paylaşmaya olan tutkuna: araştırmaya, araştırdıklarını ortaya dökmeye ve bunun üzerine tartışmaya duyduğun hazza hayran kaldım. Ve bütün bunları bir şölene dönüştürme yeteneğine… Senden öğrendim her zaman bir yol varmış ve o yol, insanın kendinden geçermiş. Hızır olup yetiştin.
Bana “yaz” dedin.
“Ne yazayım hocam?”
“ İç sesini dinle, onun söylediklerini yaz. Ne söylüyorsa yaz… ”
Yazdım. Ve yazmak elimden tuttu. Yayınlanmayı bekleyen bir kitabı, hikâyeleri, yerel dergi ve sitelerde yayınlanan yazıları olan birisiyim şimdi. Bana şaka ile karışık demiştin ya “ Dalgın Sular yayınevini kuracağız, kitabı başka yayınevine bastırırsan seni dava ederim.” Seni bekledim, yayınevi işi olmadı. Dalgın suların bir işi olan ilk kitabımı sana atfedecek, önsözünü sana yazdıracaktım.
Sen gittikten sonra hep yağmur yağdı buralara…
Herkes gidişinle kendilerine kazık attığını söylüyor. Ben bunu demeyeceğim. Seni hiç tanımamış olabilirdim. Seminerlerine katılmamış, hep bizi dinlediğin kalabalık sofranda oturmamış olabilirdim. Basmakalıp algılarıma kulak verip o duvardan geri dönebilirdim. Ama ben o bahçeye adım attım. Sana doğru yürürken aslında kendime yol yürüdüm. Tökezledim, kendimin duvarlarına çarptım… Sonra yaralarımdan beslenmeyi öğrendim, dönüştüm. Ve bulduğum beni çok sevdim. Adapazarı gibi bir yerde yaşayıp, senin gibi bir hocadan ders almak tek kelime ile şanstı benim için, bizler için. Kendinle beraber bir sürü güzel şey, bir sürü güzel insan kattın taşra hayatımıza. Kadim dostun Artin Hoca, Candaş hoca, Sevgili eşin İştar ve daha niceleri. Hiç cimrilik etmeden bilgini de, güzelliklerini de paylaştın bizimle. Sana has nezaketinle, şapka çıkartan tevazunla…
Sana dair her şey gibi gidişinde İskender’ceydi. Başka türlüsü olmazdı zaten. Cenazen de her işin gibi bir şölen havasında geçti, yaşıtlarından ziyade gençler çoğunluktaydı. Pırıl pırıl cevahir yürekli gençler… Sana tutunan, senin tutunduğun gençler.
Sen gittikten sonra hep yağmur yağdı…
Hastalığına teşhis konduğu gün Adapazarı ekibi olarak paniklediğimizde demiştin ya; “ Abartmayın! Anlaşıldı, size nasıl ölünür onu da öğretmem gerekecek” diye.
Evet bize, nasıl ölünür onu da öğrettin hocam… Işıklar içinde uyu…