Size de şiirsel gelmedi mi başlık? İçinden tren geçen şehirler… Bir şiirin mısrası gibi. Trenlere aman aman bayıldığım söylenemez. Ama tanımlayamadığım ayrı bir yeri var bende. Ayrılıklar, kavuşmalar, hasretler, sıla ve hüzün kavramları ile özdeştir tren yolculuğu. 60’lı-80’li yıllar arasında çekilen bütün Türk filmlerinde olmazsa olmaz bir tren istasyonu sahnesi vardır. Neden tren garları ve istasyonlarının duvarlarının hissettirdiği en belirgin duygu hüzündür? Çoğu şehirdeki tren garı ve istasyonlar, Almanlar’dan kalma diye biliyorum. Almanlar öyle romantik ve hüzünlü değiller oysa.
Çocukluğum Denizli’de geçti. Küçük yaşlardan itibaren hafta sonu ve yaz tatillerinde pamuk tarlalarında çalıştım. Çoğu zaman çalıştığımız tarlaların arasından ya da uzağından tren geçerdi. Kitapların ve filmlerin dışında, ilk kez ilkokul çağlarında, pamuk tarlasında görmüştüm treni. Gördüğümde kendimi ayrıcalıklı bulmuştum, yaşadığı her deneyime büyük anlamlar yükleyen bütün yoksul çocuklar gibi… Bütün yaşıtlarım mışıl mışıl uyurken, ablamla beni sabahın köründe uyandırıp traktörün kasasına itekleyerek bindiren anneme kızardım. Sonra kendimi avuturdum, belki tren gören bir tarlada çalışırız diye. Karanlıkta annemi ve diğer kadınların kederli yüzlerini izlerken anneme küskünlüğüm geçer, onu anladığımı göstermek için af dileyen bakışlarımı görmesi için çabalardım. Gözlerimiz buluşup annemin şefkatli kaçamak bakışlarını koparınca, sabahın ayazından, içinden tren geçen hikâyelerime kaçardım.
Sesini duyup kafamı pamuk dallarının arasından çıkarır, tren gözden kaybolana kadar izlerdim. Uzakta, ne güzel kıvrılarak giderdi vagon katarları. Vagonların küçük pencerelerinden siyah gölgeler halinde görünen insanlara imrenirdim. Çok mutlu olduklarını, evlerinin sıcacık, yüzlerinin hep tebessümle ışıdığını düşünürdüm. Türlü türlü hikâyeler yazardım usumun sayfalarına. Sevecen, fedakâr ve yumuşak huyluydu bütün babalar. Anneler kaygısız ve mutlu, çocuklar sevgiden sarhoştu zihnimde canlanan bütün hikâyelerde. Nereye gidiyorlardı? Trenin içi sıcak mıydı? Babaları çocuklarına simit ve gazoz almış mıdır? Bir gün ben de biner miydim acaba? Belki de filmlerdeki gibi sevdiğinden ayrılan birileri vardır trende… Annemin omzumu dürtüklemesi ile kendime gelir, trenin çoktan gitmiş olduğunu görünce, önümdeki yumuk yumuk beyaz pamuk kozalarına eğilir kendi hayatıma uyanırdım.
Çok geç bir yaşta, amcam ile üniversiteye kayıt yapmaya gittiğimizde bindim ilk kez trene. Hayal kırıklığı yaşayıp yaşamadığımı hatırlamıyorum çocukluğumdaki tren imgemle kıyaslayınca. Ama karanlık basana kadar her detayı zihnime kaydetmeye çalıştığımı, içinden geçtiğimiz bütün şehirleri, kasabaları, istasyonları cama yapışarak izlediğimi hatırlıyorum. Tünellere girdiğimizde, her seferinde nefesimi tutuyordum. Hüzünlü istasyonların ve tren garlarının mimarisi ne kadar büyülüydü öyle. Vedalaşan insanlar, el sallayan sevgililer… Edebiyat öğretmenimin kazandırdığı bir alışkanlıkla çantamda hep bir not defteri ve kalem taşırdım. Ama amcamdan utanıp çıkaramamıştım defteri. İçimi döven duyguları yazmayı ne kadar çok istemiştim oysa.
Mezun olup ekonomik özgürlüğümü elde ettikten sonra çok şehir gezdim. Tren yolculukları yaptım, zaman zaman içinden tren geçen şehirlere düştü yolum. Adapazarı’na tayinim çıkıp, günler sonra tren garını görünce içimdeki haylaz kızın nasıl mutlu olduğunu tahmin edersiniz sanırım. Ha bu arada Adapazarı’nda oturduğum bir evin hemen arkasından tren geçiyordu. İstinasız gelen her misafir “nasıl uyuyorsun, nasıl yaşıyorsun burada” diye sorardı. Ki ben de eskiden tren yoluna yakın evlerde insanların nasıl uyuyabildiğini merak ederdim. Tecrübe ettim uyunuyormuş, sıkıntı yok.
Bazı dostlarım “deniz görmeyen şehir benim için şehir değildir” derdi. Eyvallah… Buna diyecek sözüm yok. Ama ben buna “içinden tren geçmeyen şehir eksiktir, yarımdır” sözünü eklemek isterim sevgili Adapazarlılar.
Her şehrin bir ruhu, bir kimliği vardır. Kimisi köklü tarihsel geçmişten alır kendisine yüklenen anlamları, kimi şehirlerin yaşanmışlıkları sinmiştir her köşe bucağına. Kimi kentler kuruluşundan şanslıdır deniz ya da göl kıyısında olarak. Ne kadar modern binalarla, tesislerle donatırsanız donatın, geçmişin izlerini taşıyan, şehirle özdeşleşmiş, dokusu haline gelmiş yapıların, evlerin, sokakların yerini tutmaz. Ve en önemlisi o kente değer katan o kentin yaşayanlarının farkındalığıdır.
Adapazarı birçok avantaja sahip ve coğrafi konumundan dolayı şanslı bir kent dersem kimsenin itirazı olmayacaktır. Kış turizmi isteyene dağ var, göl isteyene göl var. Deniz yarım saatlik yolun ucunda. Köy hayatı özlemi çekenler on dakikalık nefis yolculuklarla emellerine ulaşabilirler. Modern kent yaşamı olmazsa olmazım diyorsanız, buraya “küçük İstanbul” diyor birileri… İzmit, İstanbul, Bursa ve Ankara gibi şehirler kısa denilebilecek mesafeler ötesinde. Ve; ve içinden tren geçiyor- du.
Ülke de, içinden tren geçen şehirler dendiğinde akla gelen ilk üç şehir arasında Adapazarı da var. Ama şimdi aklı evvel bir iki kişi istedi diye, bir iki zengin babası daha da zengin olsunlar diye, şehrin bedeninden, kimliğinden bunu kazıyacaklar. Adapazarı’nda çalışan ve yaşayan biri olarak -hatta bir Adapazarlı sayacağım kendimi müsaadenizle- itirazım var. Sırf ben tren seviyorum diye ya da içinden tren geçen şehirleri daha zengin daha mistik bulduğumdan da değil bu itirazım. Şehircilik vizyonu olan herkes benim gibi düşünür. Karar vericiler böyle düşünmüyor nedense. Vizyonsuz olabilirler mi sizce de?
Kime dokundu, kimi rahatsız etti ya da kimlerin ne emelleri var bilmiyorum, ama devlete hiçbir artı yükü olmayan ve hali hazırda kamu yararına olan bir kazanımı, bir hizmeti neden kaldırırlar anlamak mümkün değil. Gar ve Ada Treni bu şehrin bir uzvu gibi. Ada Trenini Ada’ya sokmamak bu kenti sakatlamak demektir Bu şehrin kimliğini oluşturan en belirgin özelliğidir Ada Treni. Öğrencisinden tutun, işçisi, emeklisi, memuru için vazgeçilmez bir taşıma aracıydı düne kadar. Bir Adapazarlı olmadığım halde ben bunda hak iddia edebiliyorsam, vergisini veren, şehrini seven her Adapazarlı kendine ait olana sahip çıkmalıdır. Adapazarlı olmaya da gerek yok, bu kentte yaşayan herkes bu kentin varlığına sahip çıkmalıdır. Yerden göğe kadar Ada Treni öncelikle Adapazarlılarındır. Söz söyleyecek, karar verecek bir merci varsa, bu da halktır. Gelişmiş ülkeler bütün toplu taşıma yükünü raylı sisteme taşırken, her teknolojik gelişmeyi raylı ulaşım sistemini daha da ileri seviyeye taşımak için kullanırken; bizimse olanı kaldırmamız öngörüsüzlükten ve vizyonsuzluktan başka ne ile izah edilebilir, bunun değerlendirmesini size bırakıyorum. Devlet büyükleri her şeyin doğrusunu bilir diye bir kaide, bir bilgi yok hiçbir kitapta. Pekala yanılabildiklerini ne bedeller ödeyerek gördü koca ülke.
Sevgili Adapazarlılar; bu şehrin Ada Trenine ihtiyacı var. Ayrıca; bu şehir, içinden tren geçerken daha güzel değil mi? Haydi, o vakit içinden tren geçen bir şiirle bitirelim bu yazıyı.
Umutlarınız, sahip çıktığınız sürece gerçekleşir. Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle, umutla kalın efendim.
Severmişim Meğer
Ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde?
Yanında pencerenin altıncı cıgaramı yaktığımdan mı?
Bir eski ölümdür benim için,
Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye?
Saçları saman sarısı kirpikleri mavi
Zifiri karanlıkta gidiyor tren, zifiri karanlığı severmişim meğer.
Kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften, kıvılcımları severmişim meğer.
Meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun.
Prag-Berlin treninde, yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek…
Nazım Hikmet