Ölüm döşeğindeydi, çok geçmeden bu dünyayı terk edecekti. Bir yandan hala yaşadığının kanıtı olan ağrıları ile mücadele ederken diğer yandan kızlarına evi temizletiyordu. Sonra sıra kendini temizletmeye gelecekti. Öyle ya, “evini temiz tut misafirin gelir, kendini temiz tut ölüm olur’’ diye boşuna dememişti büyükler.
Bir ömür böyle geçmişti hayatı, hep ‘’elalem ne der?’’ diye yüreği ağzında yaşamıştı serçe yavrusu misali. Oysa onlar bile özgürce gökyüzünde kanata çırparken kendisi bir ömrü ayağında konu komşunun prangaları ile geçmişti.
Çocukluğunda dışarıda doyasıya oynayamamış, ‘ayıptır’ diye erkek kardeşinden önce sofraya oturamamıştı. Kendisinden küçük olduğu halde erkek kardeşinin her istediğini yapmak adettendi, yoksa hısım akraba ne derdi?
Bir gün olsun gamsız bakamamıştı gökyüzüne, yüreğinin kaydığı o çocuğa ‘’seni seviyorum” diyememişti, ayıptı. Bir çayı kendisi için demleyememiş, bir çiçeği doya doya koklayamamıştı, hayallerini bile yüreğinden gizlemişti.
Yaşı gelmiş, ‘namusuyla’ evlenmiş, baba evinden uzak bir şehire taşınmıştı. ‘Belki burada biraz rahat ederim’ diye düşünürken -ne mümkün- bir gün saçları ıslak çamaşır asmaya çıktığında anladı ki, ‘elalem ne der?’ hapishanesinden kurtulamamıştı. Komşulara imalı bir şekilde gülerek bakıyordu yüzüne… Önceleri anlamamış, sonra bir komşusunun uyarması ile yüzü kıpkırmızı olarak öğrenmişti: ‘Evli kadın saçı ıslak dışarı çıkamaz, görenler ne düşünür sonra?’ O günden beri ne baharda, ne yazda küçük bir kızken hep yaptığı gibi saçlarını rüzgara yoldaş edememiş, sıkı sıkı bağlar olmuştu.
İlk çocuğuna gebe kaldığında nasıl da sevinmişti. Evleneli bir yıl olmuş ve her gelen gözlerine bakıp ‘’bebek var mı?’’ diye sorduğunda ne diyeceğini bilememiş, utanarak her yok deyişinde arkasından ‘kısır galiba’ diye dedikoduların yapıldığını hissetmişti. Oysa bir tanesi ona çocuk isteyip istemediğini, buna hazır olup olmadığını sormamıştı. Çocukları olmuş doya doya sevememiş, güneşe hasret çiçekler gibi hep boynu bükük büyütmüştü onları.
Bazen rüyalarında dedikodulardan yükselen duvarlarla örülü hapishanesinden kaçmaya çalışırken görür kendini, nefes nefese uyanırdı.
Bir ömür kaçamamıştı oradan ve kaderi sayıp boyun eğmişti. Dışarıda gürül gürül bir hayat akarken, o nehrin kenarında eli kolu bağlı susuzluktan ölmek üzere yaşamıştı hep.
Zamanla alıştı bu hapishanesine, hatta belki biraz sevdi de. Yıkmaya korktuğunu duvarların onu kötülüklerden koruduğuna inandırdı kendini, artık o da kendi çocukları ve başka kadınlar için büyük bir iştahla yeni duvarlar örüyordu şimdi. Onun yüreğinden bile gizlediği hayatları yaşayanlara ayıplayan gözlerle bakıyor, kızlarının ellerine ‘’elalem ne der?’’ kelepçesi takıyordu.
Hiç mutlu olmamıştı bu hayatta, neyin eksikliğini hissettiğini hiç bilememişti.
Artık veda vakti geldiğinden ölümünden sonra bile konu komşuya laf ettirmemek için çırpınıyordu. Evi bir güzel temizletti, yattığı yerden yarı açık gözleriyle görebildiği her yeri dikkatle inceledi, içine sinmişti. Sıra kendine gelmişti, kızları büyük bir özenle onu da güzelce temizlediler vücudunda en küçük bir tüy dahi bırakmadılar. Titreyen elleri ile yapabildiği kadar kontrol etti hiç sahibi olamadığı vücudunu. Evet artık hazırdı hiç kurtulamadığı hapishanesinde rahatlıkla ölebilirdi.
Konu komşu ‘nasıl da temiz, namuslu, tevekkül içinde bir kadındı’ diye anacaklardı onu. Ne yazık ki üç gün sonra hiç yaşamamış gibi unutulacağını aklına getirememişti.
Şimdi karanlık mezarında, yaşanmamış bir ömrün soğukluğunda sessizce yatıyordu.