Sene 1935. Paşabahçe Cam Fabrikası'nın açılış yılı. Cumhuriyet için İktisat Vekilinin değişmesine yol açacak kadar önemli olan bir ekonomik yatırım, semtte yaşayan Cumhur için yaşadıkları semt ve yaşayacakları tarihin adı Paşabahçe. Hakan Koçak, Türkiye’de sınıf oluşumunun bir örneği olarak Paşabahçe işçilerini farklı başlıklar altında anlattığı “Camın İşçileri*” adlı eserinde, bir taraftan işçilerin nasıl bir sınıf haline geldiğini, bir taraftan da boğazın Karadeniz’e yaklaştığı deniz kıyısındaki bu işçi havzasının gelişimini bize anlatıyor. Okuduğumuzda içki, tuğla ve cam fabrikasına ev sahipliği yapan Paşabahçe’nin coğrafi konumu ve günün ulaşım imkanları nedeniyle fabrikalarda çalışanlar için barınma sorununun birinci sıraya oturduğunu öğreniyoruz. Öyle ki fabrikanın kuruluşundan 15 yıl sonra bile “ağaç palas” ta kalan bekar işçilerden söz ediliyor. Bölgenin en önemli iki sorunundan biri konut sorunu. Çalışanların bir zaman sonra kendi imkanları ile sorunlarını çözmeleri aynı zamanda İstanbul’un ilk gecekondu bölgesinin doğuşuna yol açıyor. Hastane yokluğu, barınma sorunu ile birlikte yaşayanlar için ikinci acil çözülmesi gereken sorun. Henri Prost 1941 yılında hazırladığı “Nazım Planını İzah Raporu”’nda kasabada üç fabrika bulunduğu halde hastane inşasının düşünülmemiş olduğuna değinir ve kanuni mevzuat gereği bu fabrikaların hastane yapmakla mükellef olduklarını yazıyor. Prost’un hastane için iki ayrı mevkiyi hastane için yer olarak göstermesine ve havzadaki sendikaların temel talebi olmasına rağmen, iktidar partisinin İstanbul milletvekillerinin havza ile ilgili hazırladıkları raporlarda hastaneden bir türlü bahsedilmez. Milletvekili raporlarına göre; “Halkodalarının, çevrelerine yaymakta olduğu feyizlerden uzak kalan buradaki gençler, bu yoksulluklarına son vermek üzere Paşabahçesinde de bir Halk Odası açılmasını dilemektedir.”
Yaşayanların hastane özlemi ancak fabrikanın açılışından 21 yıl sonra gerçekleşir ve hastane Demokrat Parti döneminde açılır. Paşabahçe bölgesi de CHP'de Ecevit liderliğinde “Toprak işleyenin, su kullananın” sözlerinin haykırıldığı 70’li yıllar haricinde, Demokrat Parti ve sağa desteğini kesintisiz sürdürür.
Sene 2018’dir. AKP iktidarının çok önem verdiği ve kendilerini zarara uğratacağı gerekçesi ile Almanlar tarafından yapılmasının engellenmeye çalışıldığını söyledikleri 3. Havaalanı inşaatına başlanır. 30 binden fazla işçinin çalıştığı söylenen şantiyede, çalışanlar dışarıdan pek duyulmasa da çalışma koşullarından şikayet eder. Çalışma koşulları kötüdür ve güvensizdir. Cezaevini andıran tel örgülerle çevrilmiş şantiyede yaşanan ölümlü iş kazalarında Çalışma Bakanlığı açıklamasına göre bile 30’dan fazla insan hayatını kaybetmiştir. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’na yetiştirilmesi için çalışma koşullarının giderek ağırlaştırıldığı söylenen şantiyede yaşanan bir servis kazası ve arkadaşlarının yaralanması üzerine bir sabah Cumhur “artık yeter” der ve 1000’den fazla işçi iş bırakır. Karşılanıncaya kadar çalışmayacaklarını söyledikleri talepler barınma koşullarından, çalışma koşullarına kadar iş kanunun uygulanmasından fazlası değildir. Türkiye’nin el yazısına yazılmış bir kağıt parçasından öğrendiği taleplerin içinde bir tanesi okuyan her “insanın” yüzünü kızartır. İşçiler 21. yüzyılda tahtakuruları ile beraber uyumak istememektedir. Ardından işçilerin kaldıkları koğuşlara sabaha karşı yapılan operasyon ile yüzlerce işçi göz altına alınır 24 işçi arkadaşlarını kışkırttıkları gerekçesi ile tutuklanır. Havaalanının hikayesi bununla da bitmez. Olaydan kısa bir süre sonra CHP Milletvekili Aykut Erdoğdu ekranlara çıkar ve olağan bir ülkede hükümeti sarsacak içerikte bir basın açıklaması yapar. Erdoğdu basın açıklamasında projenin nasıl bir kent suçu olduğunu, doğaya verdiği zararı, çalışma koşullarını ve projenin en başından itibaren usulsüz ilerlediğini ve dünyanın en büyük ikinci yolsuzluğunun bu projede gerçekleştirildiğini iddia eder.
Ülkenin bir yanında Cumhur bunlarla mücadele ederken bir başka yanında kimi Cumhuriyetçiler, kurulması ve uçuş güvenliği dahi tartışmalı havaalanının isminin ne olması gerektiğini konuşmaktadır. Hatta isimle ilgili imza kampanyaları yapar, isim tartışması üzerinden sözüm ona “ideolojik” mücadele verirler. Bunları gören insan, “havaalanı işçilerinden biri o imza standının önünden geçse” acaba ne hisseder diye düşünmeden edemiyor. En iyisi biz cumhuriyetçileri bırakalım cumhura ve yaşadıklarına geri dönelim.
Dünya gücü olduğu söylenen bir ülkede, 21. Yüzyıldaki imkanlar ve sermaye birikimi düşünüldüğünde işçilerin, yoksulların barınma sorunu diye bir sorundan bahsetmek sanırım ancak kapitalizmde mümkündür. Ama bu sorun vardır ve insanlar çoğu zaman ya oturdukları yüksek güvenlikli sitelerde bunlara gözlerini kapar ya da uzaktan bakarlar.
Ersan Ocak İletişim Yayınları’ndan çıkan “Yoksulluk Halleri**” adlı kitaptaki “Yoksulun Evi” başlıklı yazısında, gecekondu bölgelerinde yaşayan insanlara hayallerini sorduklarında aldıkları tek cevabını “başlarını sokacak bir ev” olduğunu söylüyor. Ocak bir görüşmecisinin ifadesi ile zenginin bilmediği “fakirin evi”ni anlattığı yazısında Ne yapılsa temizlenemeyen, içinde işlerin bir türlü bitmediği bu haneleri “yoksulun yoksulluğunu içine çektiği evler” olarak tanımlamış. Kitabı okuduğumda benim ilgimi en çok çeken ise görüşmecilerin zihnindeki balkon imgesi oldu. Yazar, görüşmecilerin yaşadığı evlerin çoğunlukla apartman değil tek katlı gecekondu olması ya da apartman dairesinde ise bile kotta yer alması nedeniyle görüşme yapılan insanların en çok hayal ettiği şeyin sandalyelerini atıp yüksekten bir yerleri seyredebilecekleri balkonu olan bir ev olduğunu söylüyor. Ekonomik nedenler ile kentle ilişkisi sınırlı olan yoksullar için “ara mekanlar” ın ayrı bir önem kazandığını anlatan yazarın ifadesi ile “Yoksul için balkon, yüksekten bir yerleri seyrettiği, evin içinin bir uzantısıdır. Evin dışındaki yaşama bir şekilde dahil olur ama bu dahil oluş seyretmek, gözlemek, incelemek, fikir yürütmek biçimindedir. Dışarıdaki hayatı görüp işitirken kafasının içinde müdahale eder ona. Eğer balkon bir de kent manzarası arz ediyorsa, ufuk çizgisi görme imkanı sunuyorsa, hiçbir ulaşım aracı kullanmasına gerek kalmadan uzaklara gitme şansı tanır ona…”
İstanbul’un bir işçi havzası olarak ilk gecekondu semti olan Paşabahçe’den bahsederek başladığım yazı ile ilgili bazı arkadaşlarım eminim ki yine “yazıya nereden girmiş nereden çıkmışsın “diyecekler. Ama kendim başta olmak üzere hatırlamalıyız ki, bu ülkede gecekonduların, işçi mahallelerinin oluşum tarihi aynı zamanda ülkenin solcularının, okumuşlarının bilgi birikim ve enerjilerini yoksullara ve onlarla dayanışmaya sunmalarının da tarihi. Bugün bir kısmı rant bölgelerine dönüşmüş olsalar bile mimarlık öğrencilerinin projelerini çizdiği, insanların dayanışma ile duvarlarını ördüğü o mahalleler ile arasındaki bağlar ancak 12 Eylül ile kesilebilen bir geleneğin sürdürücüleri isek, günümüzde ekonomik kriz ağırlığını her geçen gün hissettirirken aynı sorumluğun bir kez daha gereğini yapmakla yükümlüyüz demektir. Eğer bunu yapamaz isek, yani yoksullarla krize karşı dayanışma ve iletişim yollarını bulamaz isek ve olan bitene yoksulların balkondan kente baktığı gibi bakar isek, korkarım payımıza yeni balkon konuşmalarını dinlemek düşecek. O da en iyi ihtimalle...
* Koçak, M.Hakan(2014).Camın İşçileri/Paşabahçe İşçilerinin Sınıf Olma Öyküsü.İletişim Yayınları. 1.Baskı
**Ocak, Ersan(2016).Yoksulun Evi.Necmi Erdoğan(Ed.),Yoksulluk Halleri/Türkiye'de Kent Yoksulluğun Toplumsal Görünümleri.İletişim. 3. Baskı