Nazım bugün hayatta olsaydı, muhtemeldir ‘günler intihar haberleriyle geliyor’ diye başlardı şiirine. Evet her sabah yoksulluktan, çıkışsızlıktan kaynaklanan bir başka ölüme uyanıyoruz. Gazetelerin 3. Sayfalarında bu ölümler yer alırken, birinci sayfalarında TÜİK’in ve resmi yetkililerin açıkladığı ekonomik veriler var. Hayatımızdaki rakamlarla açıklanan rakamları kıyaslarken biz, çıkan yeni yasa ile ekonomik durum hakkında niteleme yapmak bile artık riskli. Ne diyelim, biz gördüğümüze ismi ile hitap etmeyi Can Yücel’den öğrendik.
Ülkede bunlar olup biterken hepimizi yakından ilgilendiren bir başka gündem, olması gerektiğinden daha az konuşularak geçip gidiyor. Kastettiğim bütçe görüşmeleri. Emek örgütlerinin vergi düzenlemelerine itirazı ve sunulan bir rapordaki tepki çeken ifade haberlere konu olmasa, Meclis TV’nin sadık izleyicileri dışında kimse meclisimizde bütçe görüşmeleri yapıldığından haberdar olmayacak.
Oysa bütçe, yani devleti yöneten iktidarın parayı kimden toplayıp kime harcayacağını yazılı olarak ifade ettiği plan, ülkede ve hayatımızda yaşananlar ile birinci dereceden ilgili. Üstelik siyasi partiler için de bütçeler birer turnusol kağıdı. Onların hangi sınıfları temsil ettiklerini anlamak için seçimlerde ne söylediklerine değil, iktidar olduktan sonra hazırladıkları bütçelere bakmak en doğrusu.
Yaşadığımız günlerde görüşmeler daha az gürültülü geçiyor olsa da, meclis tarihimiz içinde bütçe görüşmeleri önemli. Tarihe dönüp bakarsak en hararetli görüşmelerin bütçe üzerine yapılan görüşmeler olduğunu görürüz. Türkiye İşçi Partisi’nin kitap haline getirilen 5 ciltlik meclis konuşmalarını okuduğumda, konuşmaların yarısına yakınının meclis bütçe görüşmeleri esnasında yapıldığını fark etmiştim. Mesela Çetin Altan ve TİP Milletvekilleri'nin mecliste linç edilmeye kalkıldığı olay İçişleri Bakanlığı Bütçesi üzerine yapılan oturum esnasında gerçekleşiyor.
Bugün hem iktidarın ‘çoğunlukçu’ yönetim anlayışı nedeniyle meclise gelen bir metnin virgülü değişmeden geçmesi, hem de başkanlık sistemi ile meclisin öneminin hayli azalmasından olsa gerek bütçe görüşmeleri de tıpkı çoğu görüşme gibi gürültüsüz biçimde gerçekleşiyor. 50 yıl önce mecliste bütçeye dair her eleştiri neredeyse bir rejim tartışmasına dönüşürken, bugün bundan söz etmek mümkün değil. Bir başka ekonomik modelin gerçekleşmesinin toplum nezdinde karşılığı olmadığının düşünülmesinden kaynaklandığını düşündüğüm bu ruh halini bir başka yazıya bırakarak bütçe konusuna geri döneyim.
Yazının girişinde iktidarın kimi temsil ettiğini anlamak istiyorsak bakacağımız ilk metinlerden bir tanesinin hazırladıkları bütçeler olduğunu ifade ettim. Nitekim bütçe için hazırlanan rapordaki bir cümle ne demek istediğimi açıkça anlatıyor. Haberlere konu olan ve tepki çeken ifade 2019 bütçesindeki gider artışının sebebinin kamu çalışanlarına yapılan zam ve personel istihdamındaki artış olduğunu söylüyor. Sanırım yorum yapmaya gerek yok.
Oysa tam 1 yıl önce hazırlanan 2019 bütçesinde hedeflenen 880 milyar tl gelirin 756 milyar tl sinin vergilerden sağlanacağı öngörülmüş. Ve yine iktidarın bütçesine göre gelirlerin yüzde 86 sını oluşturan vergilerde kurumlar vergisinin, yani iş çevrelerinin 74,2 milyar tl, gelir vergisinin yani işçilerin, esnafın ise 171,9 milyar tl ödemesi bekleniyor. İktidar şirketlerden beklenen verginin tam 2,5 katının işçi ve esnaftan geleceğini öngörmüş. Öngörmüş demek de haksızlık, malum ücretlilerin ödediği gelir vergisi zaten maaşlarından kesiliyor. Söz konusu onlar olduğunda öngörülen zaten gerçekleşiyor. Üstelik bu kadar da değil, vergi gelirinin %67’si de dolaylı vergilerden bekleniyor. Bunlar büyük ölçüde tüketicilerin aldığı mal ve hizmetlerdeki kdv ve ötv ler. Sanırım bunun çoğunluğunun da ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan emekçiler ve küçük esnaf tarafından ödendiğini söylemeye gerek yok. 2019 bütçesinde sermaye kesimine 178 milyar tl vergi muafiyeti ve istisnası sağlandığını gibi ‘önemsiz’ detaylara hiç girmiyorum bile.
Ama bütçedeki giderin artışının temel nedeni kamu çalışanlarına yapılan zam ve personel istihdamında gerçekleşen artış. Alırken kepçe, verirken damlalıkla.
İnsan şu soruyu sormadan edemiyor. Madem gelirin büyük kısmı emekçilerden alınıyor; bu insanların çocuklarının ücretsiz nitelikli eğitim hizmeti alması, hastane kuyruklarında beklemeden, en iyi sağlık hizmetine bedel ödemekesizin sahip olması, eczanede ilaç alırken fark ödememesi, emekli olursam geçinebilir miyim diye düşünmemesi, yıllar boyu vergi ödedikten sonra işsiz kalırsam halim ne olur diye dert etmemesi, yani gelecek kaygıları olmadan bir yaşam sürmesi gerekmez mi?
'Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre' den vazgeçtim, bu kadarı da eğer olmuyorsa, dönüp 'Neden?' sorusunu sormayalım mı?
Bu sorumuz kimileri tarafından tuhaf karşılanabilir. Değirmenin suyu birilerinden gelirken, değirmenden faydalananın başkaları olması bugün neo liberalizme teolojik biçimde inananlar tarafından doğal bulunuyor, hatta insanlara doğa kanunu gibi anlatılıyor olabilir.
Oysa ben bu yazıyı yazarken inanç sahiplerinin pek sevdiği Fukuyama’nın, kapitalizmin tahribatına dair eleştirel sözleri ve eşitlikçi taleplerin yükselmesi gerektiğine işaretle söylediği, ‘sosyalizm geri dönmeli’ cümlesi haber sitelerine düştü.
12 Aralık’ta İngiltere erken seçime giderken, İşçi Partisi seçimlere demiryolu ulaşımı, su, elektrik ve posta gibi temel hizmetlerin yeniden kamulaştırılması, ulusal sağlık hizmetleri ve eğitime ek yatırımlar, gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermeye yönelik olarak büyük şirketlerin hisselerinin belli bir yüzdesinin çalışanlarına dağıtılması, iklim kriziyle mücadele için yeşil sanayi yatırımları, yetişkinlere ücretsiz eğitim öğretim imkanları, özel okulların devlet bünyesine alınması gibi heyecan verici halkçı politikalar ile giriyor.
Daha dün ‘tarihin sonu’nu ilan eden Fukuyama bugün yanlış anlaşıldım diyorsa, kim bilir, belki de maç daha bitmemiştir.