Sakarya Kent Çalışma Derneği’nin kitap söyleşilerinin Şubat ayı konuğu Özge Doğar idi.
Etkinlik sonrası söyleştiğimiz Doğar; hayatımızın medya ile uyuşturulduğunu, buna karşı önlem almamız gerektiğini belirtti.
'Aynadaki Sır' adlı kitabının yedinci eseri olduğunu belirten Doğar ile yazma süreci ve kitabı üzerine konuştuk.
Serap ÖZER.
-Çok genç yaşta yedi kitap yazmış biri olan Özge Doğar kimdir? Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
İnsanın kendisinden bahsetmesi çok zor bir şey Bunda çok başarılı değilim ama elimden geleni yapayım.Mersin’den gelmişim, bir yandan ailemden, geldiğim şehirden getirdiklerim, diğer yandan bir megakent olan İstanbul’da gördüklerim beni hep bir şeyleri değiştirmeye yeni bir şeyler üretmeye, yeni bir şeyler yaratmaya itti. Diğer bir boyut zaten kültür sanat alanında İstanbul bizi besleyen bir şehir. Doğal olarak da ben kendimi geliştirme yönünde bir yazı çalışmasında, bir eğitim ile ilgili atölyelerde bulundum. Bu dönemde kendimi geliştirmeye çalıştım. Önce dergilere yazmaya başladım. Daha sonra arkadaşlarımızla bir dergi çalışmasına girdik, yerel gazetelerde yazmaya başladım ve bir arkadaşım Özge sen yerel gazetelere yazıyorsun bunları kitaplaştırsana demesi üzerine ilk kitabım Meraklı Pandora doğdu. Bu şekilde bir yandan daha çok insana ulaşmak, diğer yandan yazdıklarımın insanlar üzerindeki etkisini görmek beni çok mutlu etti. Bundan sonra ‘’Acaba roman yazabilir miyim?’’ dedim ve bir gece uyanarak Aşkzede isimli ilk romanımın cümlelerini yazmaya başladım. Önceleri biraz acemice oldu ama sonra roman dilim oturdu. Zaten hepimiz birer öğrenciyiz ve daha da iyi noktalara gelebilecek süreçlerden geçiyoruz. Şu an yedinci romanımı yazdım. Bunun mutluluğunu yaşıyorum ama sürecim genel itibariyle yazmak üzerine olacak.
-Etkilendiğiniz yazarlar kimlerdir?
Tipik bir Ferit Edgü’cüyümdür. Arada kopya çekmek istediğim biridir. Bende okudukça yazma isteği uyandırıyor ve başucu kitaplarımdan biridir onun kitapları.
-Aynadaki Sır nasıl ortaya çıktı?
Aynadaki Sır aslında birden bire çıkmış bir kitap değil.Bu biraz benim canımı acıtan bir durumdu. Yani çocukların kendisini Süperman zannetmesinden, garip garip tiplere bürünmelerinden, şiddet olaylarının artması derken beni bir şekilde tetikledi. Önce bir araştırma kitabımı yazsam diye düşündüm Ayanadaki Sır’da sonra dedim ki;’’ Hayır bunun romanı da güzel olur.’’ ve şizofren bir kadın üzerinden bu romanı yazmaya karar verdim. Tabi nereden başlayacağımı bilmiyordum. Bazı şeyler oturmuştu kafamda ama kimi nereye koymalıyım, çatıyı nasıl oluşturmalıyım, olayın örgüsü nasıl olmalı? O kısım biraz zorlamıştı. Yazarken neler çıkmadı ki; kitapta feodalite var, zengin erkek- fakir kız gibi taşra ve metropol olayları var sonraki süreçte medya, uyuşturucu, devlet v.s bunların hepsi kendisini aynı roman içinde oturtuverdi.
-Kitabı okuyanlar arasında fantastik olduğunu söyleyenler oldu. Siz fantastik bir romanmı yazdınız?
Kitabı önce fantastik diye okuyan bir kitle vardı ama sonradan anlaşılıyor ki bu tamamen gerçek. Kitaptaki karakterlerden biri olan Melek’in halüsinasyon görmesi ve bu doğrultuda da kendisine bir düş bahçesi oluşturması hepsi onun kafasında kurduğu bir sahne. Yine şizofren bir anne olan Ayla var. O’nun yaşantısı, şizofreninin genetik bağlarının oluşuyor olması bunları hepsi aslında bizim hayatta karşılaşacağımız şeylerdi .
Örneğin; herkes dedenin sandığın içinde işaretler vererek neden böyle bir oyun oynadığı sordu. Çünkü torununun şizofren olduğunu biliyor ve bu bağla annesine neden kötü dendiği, neden sevilmediği ya da neden sevildiği yönünde onunla yüzleşmesini sağlamaya çalıştı.
Diğer bir boyut kız bir eğitim köyü bırakmış ama burası alışılmışın dışında bir eğitim köyü. Ordaki kurgu benim adıma şuydu; bizlerde eğer bir şeyler yapıyorsak bazen alışılmışın dışına çıkmamız, yeniliklere açık olmamız gerekiyor. Çimlerde pembe olabilir, gökyüzü yeşil olabilir, biraz hayal sınırlarımızı zorlamak istedim.
-Neden Aynadaki Sır?
Ayna, kitabı okuyunca görüyorsunuz ekran ve bu ekranda ne sırlar var, neler dönüyor. Hatta kitabın bir yerinde ‘’İpler kimin elinde?’’diye bir tabir kullandım. Evet gerçekten bir medya var ve bu medya bizi nereye götürüyor? Belli ki bizi, çocuklarımızı düşünmüyor. Diyebilirsiniz ki kapitalizm böyledir, hep kendine yontar ama eskiden bunun da ahlaki bir çerçevesi vardı, şimdi çerçeve de yok. O zaman bizim bu duruma biraz daha müdahil olmamız gerekiyor. Biz, biraz ekranlardan, medyadan, yazılı basından neyi okuyacağım, neyi seçeceğim konusunu sorgulayıp o doğrultuda bir takım hamlelerde bulunmamız en azından kendimizi korumamız anlamına geliyor. Dışarısı artık çok güvenli değil. O yüzden kendi iç önlemlerimizi almamız gerekiyor. Biraz bunu savundum ve bunu yazdım.
-Romandaki karakterleri bize biraz anlatır mısınız?
Ben bu eserde bir yandan medya ile ilişkimize ışık tutmak istedim,. Medya mı bizi yönetiyor? Biz mi medyayı yönetiyoruz? Bu çark içerisinde biz nerdeyiz? İnsan nerde? Çocuklarımız nerde? 2017’de basılan bir kitabın hala konuşuluyor olması bu konuda bir farkındalık yaratıldığını ortaya koyuyor. Diğer yandan insan olarak dünü, bugünü ve yarını ile bir bütün olduğumuzu görmemizi sağlamaya çalıştım ki roman içerisinde üç kuşak kadın profili var ve bu profillerde kimi sempatik, kimi diktatör, kimi kendi dediğini yaptırmaya çalışmış, kimi içinde uhte kalmışda çocuğunu yönlendirmeye çalışan karakterler.Bizim dönemdeki anne profili ben yapamadım bari çocuğum yapsın modeliydi biraz onu da yaşatmak istedim. Diğer yandan denizci ve askerlikten gelen despot bir baba modeli var, tabi bunlarla beraber uyuşturucu ve medya ilişkisi var. Aslında romanın çatısı bunun üzerinde. Biz bir taraftan uyuşturucu diğer taraftan medya ile uyuşturuluyoruz.
- Kitabınızda üç kuşak aile-çocuk ilişkilerinden bahsediliyor. Sizden şunu öğrenmek istiyorum, geçmişten günümüze çocuk-aile ilişkisinde ne gibi değişiklikler oldu?
Çok değişti biz ‘’x’’ kuşağıyız bizden önceki süreç daha farklıydı. Onlar iki tane darbeden geçtiler ve bize çeşitli şekillerde korku aşılıyorlardı. Sürekli şuraya, buraya gitme yani kıstlanma mevzusu daha yoğundu. Çünkü korkuları vardı. Bizim ezan sesiyle birlikte eve girme zorunluluğumuz vardı. Ancak benim kuşağım olan ‘’x’’ kuşağı artık anne ve baba, yani süreç değişti. Bu süreç içerisinde anne ve babalar da bilinçli hareket ediyorlar aslında. Örneğin; Gezi Olayları’nda anne ve babalar çocuklarıyla birlikte Geziye katıldı ve bu benim için güzel bir sahne ama bunun yanında eski geleneğini devam ettirip hala baskı uygulayan, hala çocuğunu döven, hala çocuğuna düşük not alırsan şuraya gidemezsin, şunu yapamazsın diyerek yük yükleyen aileler de var.
Diğer bir boyutuyla şu gerçeği görmemiz gerekiyor, aile yapılarını gerçekten sorgulayıp araştırmak gerekiyor, daha önce belirttiğim gibi yeni kitabım ensestten bahsediyor. Eğer bir toplumda ensestti tartışıyorsak o toplumdaki aile yapısının nereye gittiğini yeniden düşünmemiz gerekiyor.
-Romanınınız da üç kuşak kadının yaşadıklarını görüyoruz. Sizce toplumda kadının yeri nedir?
Bence şu an kadının toplumda yeri yok. Var olduğu bir süreç vardı ancak o süreç zamana içinde aşağı inmeye başladı. Yaklaşık on senedir kadınları kimsenin dinlemediğini görüyorum. Yasa dinlemiyor, erkek dinlemiyor, aile dinlemiyor. Evet feminist hareketler, sosyalist platformlar çoğaldı ve bunlar güzel ama bunun yanında da gerçekten kadının sesini duyan yok. O zaman hani kadının fendi erkeği yendi sözü varya onu hayata geçirmek gerekiyor. Bunun en iyi yolunun da kız çocuklarının okutulmasından geçtiğini düşünüyorum. Çünkü biz her ne kadar kadının yeri yok desek de bir değişime gitmiyoruz. Biz bir değişim yaratmalıyız. Öyle bir değişim yaratmalıyız ki, kadın bir şekilde topluma kendini adapte edebilmeli. Diğer bir boyutu küfür. Biz artık küfür etmeyi bırakmalıyız. Toplumumuzda her sinirlendiğimizde kadına yönelik küfür etmek öyle bir yer etmiş ki sanki küfürsüz yaşayamayan bir toplum haline gelmişiz ki işin diğer boyutu kadınlar da küfrediyor. Küfrü hayatımızdan çıkarıp toplumsal olarak daha saygın bir konuma gelmeliyiz. Bunu da bizden başkası bize kazandırmayacak.
-Pamuk evlendikleri gece eşinin kendisine’’ bu ilk değil mi?’’Sorusuna içinden çok öfkelenmesine rağmen neden susuyor?
Susma nedeni bir taraftan arada kalmışlık. Ankara gibi bir yerden gelmesine rağmen gelenekçi bir yanı var. Aradaki o sıkışıklığı belirtmek istedim.
-Yine kitabınızda’’ Toplumda öyle olmayabilir ama hala ihanet ve yalan bizim gibi insanlar için suç’’ demişsiniz?Bizim gibi insanlar kimdir?
Normal hayatı olan, eve gidip gelen, sıradan dediğmiz ve en son sıradanlaştırdığımız insan profili var ya, hiç bir şeyle ilgilenmesin, hiçbir şeyi sorgulamasın, erkekse sadece işle kadınsa ailesi ve çocukları ile ilgilensin denilen kişiledir. Bizler yani.
-Rehber öğretmenlik yapıyorsunuz ve öğrenciler diğer öğretmenlere anlatamadığı bir çok şeyi size anlatıyorlar. Tüm bu dinlediklerinizin bu veya diğer eserlerinize etkisi nedir?
Şunu söyleyeyim beslendiğim yer okul çünkü orada bir çok şey var. Örneğin; bundan sonraki romanım ensest üzerine olacak. Ensest aslında zor bir konu ve ben yazarken de çok etkilendim. Enseste uğramış bir kızın gençlik döneminde yaşadığı sorunlar ve bunun kendi iç çatışmları, çevresi ile çatışmaları ile varolan bir süreç Benim öyle bir konuya yönelmemdeki neden böyle bir şeyin benim önüme gelmesiydi. Ben daha korunaklı bir yerde çalışmama rağmen böyle bir durumla karşılaşmak zorunda kaldıysam o zaman buna eyvah demem gerekiyor dedim.”
-Son olarak okurlarınız neler söylemek istersiniz?
Evet, okuyun, okuyun daha çok okuyun. Okuma istatisliklerinin üstünde okuyun.
Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.