İlk defa uçağa bindiğimde hostesin anonsunu dinlerken bir şeyi çok garipsemiştim bir anne olarak. Uçağın içindeki basınç düşerse yapılması gerekenleri anlatıyordu. Anne olarak oksijen maskesini ilk önce kendime, sonra da çocuğuma takmalıymışım.
Bir kadın ve anne olarak “Hayır!” dedim; kendimden önce, her şeyden önce çocuğum gelmeliydi. Ama ufak(!) bir ayrıntıyı kaçırmış olduğumu sonradan fark ettim: Ben yaşayamazsam yaşatma şansım olmazdı. Ben nefes almaya mecburdum; çünkü nefes alıyorsam canlıydım; canlıysam nefes verebilirdim.
Anne olmak her zaman ve her koşulda önce çocuğunu, aileni düşünmek değildi. Kadın olmak, anne olmak, ilk önce kadın olarak nefes almakla ilgiliydi. Çünkü kendimiz için yaşamak çocuğumuz için yaşamaktan alıkoymaz bizi.
Ama gelin görün ki mahalle baskısı, eril zihniyet, ataerkil toplum yapısı bizi ister istemez daracık kalıpların içine sıkıştırıyor. Enteresan olan da bu eril zihniyetten muzdarip olan kadınların aynı zamanda bu zihniyete hizmet eden en büyük güç olması. Ve göstermiştir ki dünyada ve ülkemizde kadın kimliğini yok sayan iktidarlar en çok kadınlar tarafından destekleniyor.
İnsan düşünmeden edemiyor: Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu…
Aslında çok da garipsenecek bir şey yok ortada. Çünkü kadınlık olgusu adeta katmanlar altına gizlenmiştir. Ve bu katmanlar arasında sıkışıp kalır kadın.
Acizdir, güçsüzdür, korunmaya ihtiyacı vardır.
Anne değilse yarımdır.
Hamilelik ayıp bir şeydir; görülmemesi gerekir.
Evlenmeden önce babanın, evlendikten sonra kocanın namusudur.Ve namus kirlendiğinde temizlenmelidir.
Kadın yeri geldiğinde konuşmasını bilmelidir.
Geçe sene eğitimcilere verdiğim bir seminerde seçtiğim soruları birbirlerine sormalarını ve hiç düşünmeden cevap vermelerini istemiştim. Sorulardan bir tanesi şuydu:“ Kadının yeri kocasının yanı mıdır?” sorusuna pek çoğu “Evet.” cevabını verdi.(Erkeklerin hepsi, kadınların çoğu). Hemen arkasından gelen soru da şuydu:”Kadın çoğunlukla dayağı hak eder!”Bu soruya eğitimcilerin hepsi “Hayır!” yanıtını verdi.
Aslında iki soruda da varmak istediğim nokta şuydu:
Kadının yeri kocasının yanı ise kadın yersiz, yurtsuz ve kişiliksizdi. O zaman kadını kocaya teslim edecektik. Ve kadını erkeğin vicdanına bırakacak;erkek yeri geldiğinde sevecek, yeri geldiğinde dövecek veya aşağılayacaktı.
Ermeni bir kadın yazar Sırpuhi Düsap’ın 1885 yılında kaleme aldığı “MAYDA” adlı romanında bir pasaj var ki çok güzel anlatmıştır kadının katmanlarında nasıl gizlendiğini:
“Bir zamanlar çocuktun ve anne babanın himayesinde yaşadın, genç bir kadın olunca da kocanın… Her şeyini kocana borçluydun. Onurun konusunda çok titiz davrandın kocan için; ancak kocanın gölgesinde koruyabiliyordun onu. Bulunduğun yeri, hatta hiç leke sürmemeye çalıştığın adını ona borçluydun. İyi de kendin adına yapmak istediğin bir şey yok muydu? Kendi adın, ailenin adı, kadınlık onurun… Bunlar hiçbir şey ifade etmiyor mu senin için? Erdemli yaşadın, ama salt kocanın namusuna leke sürmemek için; yoksa bir kadın, bir melek olduğun için değil…
Peki, sen tek başına bir hiç misin? Yoksa yalnızca koca denen bir adamın adına iliştiğinde değer kazanan bir “sıfır” mı?
Hissetmek için yüreğin yok mu senin? Ya da düşünmek için aklın, yargılamak için mantığın, eyleme geçmek için iraden…”
Sanırım biz kadınlar yazının başındaki maskeyi iyice yerleştirmeliyiz yüzümüze:Nefes alamazsak, nefes olamayız.
Ve o katmanları yıkmak için daha fazla oksijene, akla, mantığa ve iradeye ihtiyacımız var…