Arzu ile didişmelerime tanıklık etmenizden önce selamlama ile giriş yapmak isterim. Beni bu platforma davet eden arkadaşlara ve okurlara selam olsun.
Hepimiz başka başka sebeplerle bu cümleyi en az bir kere kurmuş ya da kurulduğuna şahit olmuşuzdur. “İnsan doğası gereği doyumsuzdur.” Neden? Çünkü eksiktir. Aslında konu burada bitiyor ama bunu editör arkadaşlar yayınlamaya yeterli bulmayacağı için uzatayım. Bir adım geri gidiyorum ve devam ediyorum.
İnsan doğası gereği doyumsuzdur. Neden? Çünkü eksiktir. İstekleri, arzuları, arayışı hiç bitmez. Arzusu hiç sönmez. Doğumla birlikte eksilmiştir. Bütünden kopmak zorunda kalmış bir parçadır. Lacan insanın; ihtiyaçları, istekleri ve arzuları arasında kaldığını ve hangisinin nerede başlayıp bittiği bir türlü bilinemez der. Çoğu zaman birbiri yerine kullandığımız bu kelimeler TDK sözlüğünde şu şekilde tanımlanır:
İstek; bir şeye duyulan, eğilim, arzu, şevk.
Arzu ise; istek, dilek, heves.
Sözlük anlamında da hemen aynı şekilde tanımlanan bu kelimeleri psikolojinin diliyle anlamaya çalıştığımızda durum değişir.
İstek dediğimizde biyolojik ihtiyaçlardan kaynaklanan ve tatmin edilebilir olandan arzu dediğimizde ise sınırları ve hedefi sanki belliymiş gibi gözüken ama belirsiz doyurulması imkansız olandan bahsederiz. Arzumuzun yöneldiği ve ulaştığını sandığımız her durumda görülür ki hedef tam da o değildir, bir şeyler yine ya da hep eksik kalmıştır.
Daha da somutlaştıracak olursak sadece karnımızı doyurmak için mi yeriz? Evet ise ne yediğimiz neden önemlidir? Sadece oramızı buramızı kapatmak, örtmek için mi giyiniriz? Evet ise ne giydiğimiz neden önemlidir? İhtiyacımızı karşılamanın ötesindeki arayışımız ne? Neden çalışırız? Niye çocuklarımızın sınavlarda başarılı olmalarını isteriz? Bu soruları çoğaltmak mümkün. Bu soruları yine psikoloji gözlüğüyle okursak şöyle bir durum ortaya çıkacaktır. Hayatta kalma- yaşama arzusu, başarılı olma arzusu, güçlü olma arzusu, sevilme arzusu, beğenilme arzusu…
Hayatımızdaki her şeye işlemiş, bu kadar temel bir durum olsa olsa insanın nasıl bir varlık olduğu ile açıklanabilir. Misal insan diğer canlı türlerinden farklı olarak türün devamlılığı için eş arayışına yönelmez. İlişkilerimizi düşünelim. Kimlerle, nasıl yakınlık kurduğumuza bakalım. Bize kendimizi kötü hissettiren insanlarla birlikte olmak istemeyiz. Sevildiğimizi düşündüğümüz ölçüde ilişkiler bize iyi gelir. Bu sebeple de insanın eş seçimindeki arzusu başkası tarafından sevilme ve birlikte bir bütün olabilme arzusudur. Konu buraya gelince kendimi tutamayarak biraz kadın üzerinden bir şeyler gevelemek isterim. Toplumsal cinsiyet rolleri açısından çok sorunsalı olan kadın; arzularını kendine yönelik olarak kuramaz. Kadını bakmanın nesnesi yapan eril kültür onu seyirlik hale getirmiştir. Bir şeye bakmak görmek değil bakmak derecesi farklı olsa da bakılanı arzulamaktır. Eril kültür içinde şekillenmiş ve tanım bulmuş kadın, kendini birlikte olduğu erkeğe göre tanımlar, eril bakışın nesnesi olur. Bastırılan arzular yolunu bulmak için çoğu zaman kadının mağduriyeti ile karşımıza çıkar. Arzusunu gerçekleştirmek isteyen ancak bakanın konumlandırdığı yerde duran kadın korkar ve alt pozisyonda kalmayı tercih eder. Çünkü bu belirleniş ona eril toplumda belirlenen kadın rolünü aştığında ya da erkeklerin dünyasında başarılı olduğunda ne olacağının anahtarını vermemiştir. Kazandığı güç ve iktidarla ne yapacağını ve kendisine nasıl bakılacağını bilemeyen ve bu belirsizliği yaşayan kadının başarma arzusunun yerini başarma korkusu alır. Kadınların erkeklere çekici gelebilmek için her anlamda kurbanı oynayabilmelerini üst ya da denk ama belirsiz olan pozisyondan ziyade “iyi bildiğin işi yap” düşüncesinden hareketle yapıldığını söyleyebiliriz. Şimdilik susarak kadının kendi arzusunu kazanmak için mücadele etmesini belki başka bir yazıda daha ayrıntılı ele alabilirim.
Toplumsal bir varlık olan bizler beğenilmeli, sevilmeliyiz ki dışlanmayalım, ayıplanmayalım. Bunun tek yolu her şeyi doğru düzgün, “yakışır” şekilde yapmaktan yani kusursuz olmaktan geçer. İnsan hayatı boyunca bu idealin peşinden gider ama asla kusursuz olamaz, olmak için çabalar. Bu haliyle de istekten faklılaşan arzu daha geniş ve bitmeyen bir güce işaret eder. İstek daha anlık bir eylemi gösterir, nesnesi yani yöneldiği şey bellidir ve bu yüzden de tatmin edilebilir. Arzunun ise belirli bir nesnesi yoktur. Nasıl olsun ki? Çünkü arzu insan olmanın içerebildiği bir şey değildir. Sanki farklı bir evrenden bize sirayet etmiş bir tat gibidir. Tam olarak tadını bilemesek de bilmeye bir kala yaşarız.
Yaşayıp gidiyoruz arzu, istek niye kafayı yoralım diye düşünenler olabilir. Tenessee Williams “Ölümün tersi arzudur”, der. Yani arzunun enerjisi ancak ölümle son bulacaktır. Ve ölene dek arzumuzun olduğu her yerde korkularımız olacaktır. Çünkü ölünce korkacak bir şey kalmayacaktır. Beğenilmek istiyorsak beğenilmeme korkusu, başarmak istiyorsak yenilme korkusu, kazanmak istiyorsak kaybetme korkusu, sevilmek istiyorsak sevilmeme terk edilme korkusu… Arzularımızla korkularımız yoğunluklarına göre hep yan yana kol gezecektir içimizde. Dünyevi tüm arzulardan kurtulmak için inzivaya çekilenler ne yapmaktadır? Başarmışlar mıdır arzularından kurtulabilmeyi yoksa arzularından kurtulma arzusu mu taşımaktadırlar? Eksiğin aslında kendimizde, insan olma da olduğunu anlar ve bu durum karşısındaki çaresizliğimizin farkına varırsak doğumumuzdan içimize miras kalan boşluğun kusursuz olma arzusu ile dolmayacağını anlarız. Arzulamaktan kurtulamayacağımıza göre bu enerjiyi dönüştürmeliyiz. Dönüşümün kaynağı içimizde ise bizim çabamızda bu yolculuğu içimize yapıp insan olmanın yükünü sırtlanıp keyifli bir yolculuk sürmek olabilir.
Hinduizm- Tanrı Üçlemesi (Brahma- Vişnu- Şiva)