Artık ne kadar bencilcesineyse…
Bu sitenin kültür-sanat editörlerine selam göndererek başlayalım bu sefer yazımıza...
Onların rollerini çalmak ne haddime ama naçizane görüşlerim var sizlerle paylaşmak istediğim… Bir kitap, iki CD.
Önce CD’lerle başlayayım müsaadenizle… Birincisi Roma’da 16. yüzyılda ortaya çıkmış epik, lirik, dramatik türleri olan tiyatrovari bir müzik türü olan ve ülkemizde Nâzım isimleriyle seri şeklinde süre gelen oratoryolardan sonuncusu. Dünyaca ünlü müzisyenimiz Fazıl Say’dan. Usta şair Nâzım’ın dizeleri notalarla birleşince sizi alıp götürüyor… Nâzım Oratoryosu…[1]
İkincisi ise 2000’li yıllarda, tam da gözümün açıldığı zamanlarda tanımış olduğum bir Yorum. Sanmayın “yorum” denildiğine, öylesine direnmiş ki zalimlere karşı ve hiç boyun eğmemiş ki, kırık gitarlarıyla, parçalanmış piyanolarıyla, çatlamış flütleriyle bile yapabilecek kadar sevmişler müziği. Öylesine bir yorum olmaktan çıkmış adeta kültür olmuş. Daha ilk saniyeleriydi ikinci parçanın, tüyleri diken diken ediyordu. Çünkü yaşanmışlıklarımızı taşımışlardı o parçalanmış enstrümanlara. Hani bir söz vardır –tam olarak hatırlayamıyorum ama– “insanların yüzlerini, isimlerini unutabilirsiniz ama size hissettirdiklerini asla” gibi, işte tam da öyle bir şey. Dinleyin, dinleyin ki yüreğiniz ağrısın. Hiç unutmayın diye! Grup Yorum’un son albümü İlle Kavga. Kendilerine has tarzın yanı sıra öncekilerden kimi farklılıkları var bu albümün. Rap müzik esintileri de var mesela. Hem de hiç eğreti durmamış. Gerisini siz dinleyip takdir edersiniz… [2]
Kitaba gelince… İsmini ilk duyduğumda nam-ı diğer Neşe-Dert-Aşk olan Neşet Ertaş’ın Seher vakti garip garip bülbül öterken/ Kipriklerin ok yar yar cana batarken / Cümle âlem uykusunda yatarken / Kimseler görmeden yar oy sözleri gelmişti aklıma [3]. Daha yayınlanalı 10 gün olmuştu ki, hafta sonu edindiğimde 5. baskısı tükenmek üzereydi. Birçoğumuzun tanıdığı bu “eş” kişi yazar olarak ilk defa karşımıza çıkmıştı. Yine birçoğumuzun kendisine inandığımız-güvendiğimiz o özgün diliyle yazdığı hikâyelerden oluşan Seher’di kitabının ismi. Birkaç satır paylaşsak burada, herhalde “spoiler bu” deyip bize kızmazsınız umarım.
“Çocukken yarım yamalak öğrendiğim kuşdilini unutmamışım demek ki.” diyordu kendi kendine, avludaki kuşlarla konuşunca. İlaç mümessili olduğunu düşündüğü kadın için; “Araba gibi mutluluğun da şirketin emaneti olduğunu biliyordu.” Kadın gardiyanlar için; “Onların yoksulluğunun sebebi biz değildik ama yine de öyleymişiz gibi davranıyorlardı”. Dahası kitabın içinde…
Kendisini beğenin-beğenmeyin kitabı edinin. Öykücülükte de başarılı olduğunu görmek bir yana yüreğiniz kimi noktalarda cız edecek eminim. Çünkü acının dili ortaktır. [4]
Ve daha çok acımasın diye tabii ki yurdumuza olan sevgimiz. Uzaydan baktığınızda hangi parselde görünüyor arsalar, rezidanslar, AVM’ler… Ama görünebilecek kadar makul bir uzaktan ilk olarak yalnızca denizin mavisi ve ormanların yeşilliği görünüyor değil mi. Biz doğaya hükmedemeyiz beyler! O hakkını nasılsa alır da acımasın işte daha fazla canımız. Acımasın…!
Beton Okullar
Acımasın dedik de nasıl acımasın! Geçen gün Serdivan Muhsin Yazıcıoğlu Bulvarı’nda yürüyordum. Şu eski Altınova Hastanesi’nin olduğu cadde hani. Şöyle bir etrafıma baktım, malum her yer beton. Onca betonun arasında gözden kaçırmanın imkânsız olduğu “yeni bitme” dört tane okul yapılmış. Yeni bitme dediğime bakmayın ha, hala inşaat halinde olup da bitmeyenler bile var. Sanmayın bitmeyen okulda eğitim başlamamış olsun. Bitmeyen betonların açılışına alıştık ya zaten. “Yahu” dedim içimden “bizler bu betonlaşmaya karşı mücadele ediyoruz da, yeni yetişen kuşaklar bizden bu mirası devralır mı acaba. Baksanıza okullarında bile yeşil yok. Bir oyun alanları, hatta geçelim oyun alanını koşturacakları bir okul bahçeleri bile yok. Her yer beton. İnsan bilmediği şeyi düşler mi… Düşlemediği şey için kavga verir mi… Bu çocuklara doğayı göstermemiz lazım. Bunun için de politik mücadelemizin içinde kent mücadelelerini, doğa mücadelelerini, sosyal hak mücadelelerini eklemeliyiz. Öyle koftiden “emperyalizmin oyunu” demek olmaz, insan önce yaşadığı yeri değiştirmenin mücadelesini vermeli. Burada yazılanlar sadece bir cadde üzerinde göze batanlar. Ya diğerleri… Her yer betonsa şayet, inatla değil belki ama iradeyle dikmeli o fidanları. Önce doğaya hakkı olanı geri vereceğiz ki çocukların yüreklerine tohum ekebilelim, değil mi! Tohumu bilmeyen fidanı nasıl tanısın.
Bu kentin yönetenleri HES’lerle övünüyor yahu. HES yani. Hani şu suyun toprakla buluşmasını önleyip de sözüm ona enerji üreten HESler. Hani o kavuşmaları engellenen toprakla suyun intikamını her yeri çölleştirerek almak zorunda bıraktıran HESler… Diyorlar ki; “Enerji yetmiyor. Daha daha lazım”. Geçenlerde bu satırlarda toplu taşımanın, kamu hizmetinin zaruretinden bahsetmiştik değil mi! Al sana en basitinden enerji tasarrufu. Ama onların bahsettiği senin benim evime giren elektrik değil, sanayilerin, OSB’lerin, patronların kullandıkları –hem de garibanın kullandığının kat be kat altında ücret ödeyerek kullandıkları– elektriğin daha da ucuzlaması… Yetmeyen enerji değil kâr, kâr!
“Gece leylak ve tomurcuk kokuyor”du ya, yine kokacak…
Hayde selamlar…
_____________________________
[1] Albüm, Nâzım Oratoryosu, Sanatçılar: Fazıl Say, Genco Erkal, İbrahim Yazıcı, Serenad Bağcan
[2] Albüm, İlle Kavga, Grup Yorum
[3] Şarkı, Gönül Dağı, Neşet Ertaş
[4] Kitap, Seher, Selahattin Demirtaş