Miras, bir kimsenin ölümünün ardından varislerine kalan varlık ve borçlarını ifade ediyor. Yaygın kullanım olarak genellikle varlıklara hatta açık yazalım yatlara, katlara, arabalara nazaran kullanılır ve olumlu mana içerir. “Miras kaldı” denildi mi varis nezdinde bu bir “yırtma”, bir “paçayı kurtarma” hali uyandırır.

Sermaye düzeninin rejimlerinde varise kalan mirasın “babam sağolsun” mantalitesiyle mi yoksa “ekmeğini taştan çıkarıp, edindiği birikimiyle” mi değerlendireceği yoruma açıktır. Dahası başka bir sistemde -söz ola kamucu, toplumcu bir düzende- tam olarak yukarıdaki gibi bir miras algısının olmayacağı da derin değerlendirmelere açıktır. Binaenaleyh konumuz bu değil; değerler mirası.

Evet, ayni veya maddi varlıklar değil değerler mirası bu yazımızın konusu.
Sermaye düzeni geçmişe hâkimiyet üzerinden bugünü inşa ederken, bizim de içinde olduğumuz sosyalizm savunusu geleceğe hâkimiyeti güder. Bu geçmişle bağları tamamen koparmak reddetmek, lanet okumak anlamına gelmeyeceği gibi evet bir kopuşu gerektirir. Geçmişin içinden onun dinamiklerinden beslenen, onun çelişkilerinden doğan ve geçmişe rağmen bir kopuş. Nihayetinde böyle kurgulanmış bir gelecek.

21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığımız bu dönem dünya ölçeğinde bir umut vadetmiyor. Başı çeken birçok ülkenin hatta küçüklerin bile bu karışıklıkta kendine özgü hareket alanı, efelenme fırsatı bulduğunu, kabinelerini adeta bir savaş kabinesi hazırlığında kurduğunu görüyoruz. Tüm deliler başa gelmiş ve birbirlerine ahkâm kesiyorlar. Durumun bu hale gelmesinin kısmen nedeni ve aynı zamanda sonucu da olan toplumsal hareketlerin zayıflığı ortada ancak çarkı tersine çevirecek en büyük gücü hala ellerinde bulunduruyor.

Yukarıdaki tablo çok ürkütücü ve umutsuz görünmesine karşılık, bu hali yıkacak olan da yine umutsuz diye tabir edilen durumun bağrından çıkacak. Dolayısıyla mücadele edip kazanamıyorsan, bunun bir adım gerisi direniş hattıdır. Yani hatt-ı müdafaa. İstenilse de istenilmese de buradan geri adım atılamaz. Afaki bir söylem değil, aksine diyalektik bir gerçek. Baskının yoğun olması, direniş hattının kırılamamasından geliyor ve her baskı yine bir direniş hattı örüyor.

***

Taze bir baba olarak tüm iyi ve güzel yürekli babalara selam olsun.


Bir dost sormuştu doğumun ardından geçen ilk günler için, “ne hissediyorsun?”, “nasıl bir duygu?” diye…
Belki istediği cevabı alamamıştı ama ifade edilişte de bir hata olabilir; “hiç”, “bilmem”, “garip” diye ifade edilirse olacağı buydu tabii.

Bencil olmadan denildi ya; “aynı ben” olmasın diyorsun. Ona bir şeyler katmaya çalışıyorsun, ne bilelim işte ninninin yanında halk müziği de söylüyorsun uyuturken. Kendi hür iradesiyle şekillendirsin diyorsun hayatını ve bu mantıkla güzel güzel gözlerine bakıp seni süzerken nasihat veriyorsun, artık ne kadar anlarsa. Uyutmuyor mesela bazı geceler ama olsun. Ağlamaktan kıpkızıl oluyor yüzü, ne bilelim işte ateşi çıkıyor, yok kakasını yapmadı, yok çok kaka yaptı, her şeyden bir şeyler çıkarma, bir “acaba…” mı endişesi hep… Gerçi babadan ziyade annede daha bir yoğun oluyor bu endişe ama neyse. Nasıl bir insan yetiştireceğini öğreniyorsun, -kötü yanları es geçelim- sendeki güzellikleri aktarmaya gayret ediyorsun. En güzel mirası bırakmaya, onu iyi bir insan yapmaya yönlendirme… Ve sen de büyüyorsun böylece… Gün geçtikçe bencil olmayan bir sahiplenme doğuyor. “Parçam” diyorsun ondan söz ederken. Biraz benden, biraz ondan ama başka bir şey. Bir nevi kopuş işte; gelecek…

Ve diyorsun ki; “herşeye rağmen”…
diyorsun ki; “iyi ki”…

***

Bu satırları yazarken öyle romantizm veya duygusallık yaratmak değil amaç. Hani yukarıda yazıldı ya geleceğe hâkim olmak. Bu hâkimiyeti kurabilmek için geçmişin değerlerini yeni kuşaklara aktarabilmek gerekiyor ki miras kalabilsin.

Örnek olsun 60’ların Türkiye’sinde LGBTİ+ yurttaşların eşit yaşam hakkı gibi başlığımız yoktu. Direnenler yoktu demiyoruz, toplumsal bir mücadele konusu haline gelmemişti diyoruz. Yanlış bilinmiyorsa LGBTİ+’ın bile bir isimlendirme kronolojisi var yakın geçmişte… Önce LGBT, sonra “İ” eklendi ve daha sonra da “+”… Mesela Gezi Parkı Direnişi’ne de ilham olan çevrenin yok edilmesi mesela. 20. yüzyılda kapitalizm bugünkü gelişkinliğine ulaşmazdan evvel bunca inşaat, bunca beton, bunca yol yoktu ve doğa mücadeleleri diye bir kavram henüz olgunlaşmamıştı. Örneklerle okuyucuyu boğmayalım elbet ancak belirtmeden geçemeyiz; uzun mücadeleler sonucu ulaştığımız değerlerimiz var. Misal, önceleri “etnik veya ulusal köken, ırk, din, mezhep, dil ayrımı yapılamaz” diyebiliyorken kadın mücadelesinin yükselmesiyle cinsiyet ve son yıllardaki LGBTİ+ yurttaşların mücadeleleriyle cinsel yönelim üzerinden de ayrımcılık yapılamayacağı değerlerimizin içine girmiş bulunuyor.

Toplum bir şekilde tüm olumsuz dizayn çalışmalarına ve bunların kendi cenahlarındaki “başarıları”na rağmen direniyor. Direnişin kendisi bizce esasında geri bir mevzi. Mot a Mot algılanacağını, direnişin kötü bir şey olduğu izlenimi çıkacağını sanmıyoruz elbette ama direniş bir şeyi kaybetmeme için mücadele etmektir. Karşıtını yenememişsin ve dahası sana saldırıyor, sende direniyorsun. Gücün o an için ancak savunmaya yetiyor. Futbol tabiri ile ifade edecek olursak buna “gol yememek” diyebiliriz. Bu kurguda şayet önceki maçlarda iyi puanlar toplamışsanız gol yemeden de turu geçebilirsiniz. Ancak en nihayetinde gol atamazsanız kazanamazsınız. Dahası son tahlilde yenilirsiniz. Bu sebeple gözün dikileceği yer “kazanma”dır. Madem kazanamıyoruz deyip yalnızca söylem bazında namusumuzu kurtarmakla yetinmeden, direnme mefhumundan bir adım geri atmayıp sürekli ama sürekli kazanmaya göz dikme. Bunun yanında işte senden olan tüm “parça”lara da bunu aşılama. Ona önce toplumu sevdirmek, sonra canlıları ve dolayısıyla doğayı, yaşamın ta kendisini. En baştaki satırlarda işlenen miras kavramını burada kurgulamak bir nevi… Misal, bu satırların yazarı kendi babasından öylesine almış ki o mirası, hala onun kadar iyi olamasa da aktarıyor yettiğince. Kendi doğrularını bile kâh o mirasın üzerine katarak kâh onları yıkarak ama oradan temelli inşa etmeye çalışıyor.

Bir nevi konumuzla alakalı olarak Mülksüzler ve Yerdeniz Serisi gibi unutulmaz eserlerin yazarı Ursula K. Le Guin, dün 88 yaşında yaşamını yitirdi, kendisini buradan analım, ışıklarla olsun. O kadın bizlere “mülksüzlerin” geçmişlerinin de geleceklerinin de ortak olduğunu gösterdi. Bir dostumun ölümü üzerine Ursula için çok güzel ifade ettiği sözleri buraya alıntılıyorum;

Ursula K.Le Guin bize, bugünün egemenlerinin tarihin tüm galip gelenlerinin varisi, bugünün ezilenlerinin, aşağılanmışlarının, kısaca "Mülksüzler"in yüzlerce yıllık sınıf savaşının mağluplarının mirasçısı olduğunu hatırlattı her zaman. Bu nedenledir Anarres'e bağlılığımız. Ve yine bu nedenledir bu boktan dünyada biz hala Komün'e, 1917’ye, İspanyol Cumhuriyetçileri'ne, Bolivya Dağlar'ına sarsılmaz bir sadakatle bağlıyız. Daha nice muzaffer grevden, bastırılmış direnişten, sönülmenmiş isyandan, katledilmiş devrimciden vazgeçmiyoruz, vazgeçmeyeceğiz. Işıklarla Ursula K. Le Guin...

İşte bu değerler mirasının ardımızdaki kuşaklara bırakılması için bugünden yapılması gereken tüm toplumsal mücadele başlıklarının kendi özgünlüklerini bozmadan organik müdahalelerle yükseltilmesidir. Dahası bu başlıkların asgari müşterekler nezdinde yanyana getirilmesinden sorumlu olmalıyız. 3-5 ağaç meselesiyle, türlü türlü hile ve dolanlarla, sahte raporlarla coğrafyaların talan edilip barajlar yapılması, tarım alanlarına organize sanayi bölgeleri, taş ve maden ocakları kurulması arasındaki bağı kurar ve bu noktadan ölçeği büyütebiliriz. Öyle uzak bir zamandan, uzak bir mekândan bahsetmeye lüzum yok önce kendi çevremizi mücadeleye katacağız.

“Yârin yanağından gayri
her şeyde hep beraber"
diyebilmek adına
evlerin,
yurtların,
dünyaların
ve kozmosun kardeşliği adına.[1]
 

Tüm güzel ve iyi yürekli babalara…
İyi yürekli yetişen, şeker de yiyebilen çocuklara...
Söz ola ki o miras devam edecek… söz ola…

Olmazsa olmaz… Yaşarın Barış !

Hayde…

[1] Şiir, Nâzım Hikmet Ran, Kosmosun Kardeşliği Adına, Paris, 13.04.1961