Eşitlik İçin kadın Platformu (EŞİK), 'Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Bakış Açısından 6 Şubat Depremleri' başlıklı araştırmasının sonuçlarını açıkladı. Afetlerin toplumsal, siyasal ve sistemsel bir mesele olduğu ve çalışmada bunun ortaya konulduğu ifade edilen raporda,"Başta ülkenin geleceğini yönetmeye aday siyasi partiler olmak üzere tüm toplumun acil yapılacaklar listesine notlar düşmek istedik. Her cümlesine sahip çıkacak, takipçisi olacağız" denildi.

EŞİK'in raporu şöyle:

"6 Şubat depremleri topluma bir kez daha ayna tuttu. Doğa, görebilen gözlere bir kez daha insan eliyle yapılanların ve yapılmayanların depremi nasıl afete dönüştürdüğünü gösterdi. 1999 Marmara depreminde “Deprem değil, binalar öldürür” en çok tekrarlanan cümlelerdendi. 6 Şubat depremlerinin ardından, buna ek, daha can yakıcı cümleler kurmak zorunda kaldık. Deprem değil; ayrımcılık, bilime kulak asmamak, rant, liyakatsizlik öldürür gibi cümleler kurduk. Benzerlerini Soma faciası sonrası “Grizu değil ihmal öldürür” diyerek, her sel faciasından sonra ise; “sel değil dere yatağını imara açmak öldürür” diyerek uyarmıştık.

Afet siyasetin konusu olmasın denirken kadın ve LGBTİ+ ların insan hakları siyasetin merkezinde!

Dere yataklarının imara açılmasının nedenini çok iyi biliyoruz: yaşam hakkını hiçe sayan, kar ve rant odaklı politikalar. Ancak dere yatağına deprem çadırı kurmanın izahı nedir diye düşünürken, bunu da kader olarak açıklayan olur mu? diye merak ederken, daha dikkat çekici bir cevap geldi. "Musibet yağıyor... Kadın cinayetlerini artıran, boşanma oranlarını patlatan kanun maddelerine KIRMIZI ÇİZGİ dersek daha çok belaya müstahak oluruz" dendi.

Bu düşünce sahibinindir deyip geçebilirdik. Ancak milyonlarca kadının hayatını ilgilendiren bu düşüncenin benzerleri iktidar pazarlığı masasında konuşuluyor ve kadınları şiddetten koruyan 6284 sayılı yasa tartışmaya açılıyor ise, bu büyük bir sorundur. Depremin afete dönüşmesindeki zincirleme insan ve sistem yol açtığı kayıplara kader demekle; İklim krizi nedeniyle dengesizleşen yağışın, ormansızlaşma ve betonlaşma nedeniyle sele dönüşmesini, kadına karşı şiddeti önleme amaçlı yasalara bağlamak arasında bir farkı yoktur.

Daha kötüsü; kadınlar ve çocukların hayatlarını tehdit eden bu tartışmanın, sıradan bir seçim pazarlığıymış gibi konuşulması, en geniş katılımla gereken tepkinin verilmemesidir. Daha da vahimi tepki verenlerin linç kültürüne maruz bırakılmasıdır.

İstanbul Sözleşmesi’nin eşcinselliği teşvik ettiği ve aileyi tehdit ettiği söylemi, sel felaketinden kadınları koruyan yasaları sorumlu tutmak kadar akıl dışı bir itham. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye destek verenlerin ya da yeterince ses çıkarmayanların, sıranın 6284’e geleceğini bilmeleri gerekirdi. Asıl amacın, kadın-erkek eşitliğinin önünü kesmek, her çeşit erkek ittifakını sağlamlaştırmak, kadınların toplumsal konumunu asker ve ucuz iş gücü doğuran kuluçka makineleri ve erkeklerin itaatkar hizmetçileri olarak sınırlamak olduğu açık.

Kaynağını laik hukuk sisteminden alan nafaka hakkı, medeni kanun, çocukları istismardan koruyan yasa ve sözleşmeler ile Anayasa’nın hedef alınması bu amaçlara hukuki zemin arayışıdır. Oysa ki, laiklik istisnasız tüm kadınların özgürce yaşamasının güvencesidir.

Türkiye’de yaşadığımız 7.7 büyüklüğündeki ilk deprem ve ardışık depremlerde resmi olarak 50 bine yakın can kaybı açıklanmaktadır. Gerçekte rakam bilinmiyor. Buna karşın, Şili’de 8 büyüklüğünde bir depremde yalnızca 500 can kaybı olmuşsa afet siyasi bir meseledir. Siyasetçilerin kararıyla Amik Gölünü kurutup tarıma açmak, sonra yine siyasetçilerin kararı ile sulak tarım arazisini imara açmak ve Hatay’daki büyük can kaybına sebep olmak, depremin değil siyasi tercihlerin yıkıma yol açtığını gösteriyor. Hatta siyasetçiler öncelikle ekolojik dengeye, bilime, haklara ve eşitliğe dayanan politikaları hayata geçirerek afet risklerini azaltmayı konuşmuyorlarsa siyaseti bırakmalıdır. 

Evlere kapanmak zorunda kaldığımız Covid 19 salgını da bir afetti. Salgında pek çok ülke salgın nedeniyle yoksulluğa düşen yurttaşlarına anlamlı destekler sunarken bu ülkenin ‘sosyal devleti’ yoksullaştırdığı halkını sembolik rakamlar için kuyruklarda bekletmişti. Aynı süreçte sağlıkta özelleştirmenin acı sonuçları ortaya çıkmıştı. Yüzlerce yıldır, ücretsiz ya da düşük ve güvencesiz ücretle kadınlara yüklenen bakım yükünün boyutları ortaya serilmişti.

Ne toplum ne de siyaset tüm bunları konuşmamışken, eve kapandığımız ilk aylarda, toplumun önüne, önce TCK 103 çocuk istismarcılarının affı, sonra İstanbul Sözleşmesinden çekilme konulmuştu. Halkın ağır bedeller ödediği felaketi fırsat bilip kendi yararına döndürme siyaseti şimdi de ülke ekonomik kriz ve afetin sonuçlarıyla sarsılmışken, 6284 sayılı kadına karşı şiddetle mücadele kanunu ve 6251 sayılı İstanbul Sözleşmesi onay kanununu hedefe koydu.

Çok yaralıyız ve çok öfkeliyiz.

6284’e şimdi afet koşullarında, kadına karşı şiddet artmışken daha çok ihtiyacımız var. 6284’ün etkin uygulanmamasının kaç kadının canına mal olduğunu bilen, dayanışmaya koşan her kesimden kadınlar olarak ayrımcılığın nasıl öldürücü olabildiğini biliyorduk, bir kez daha gördük. Ana dillerinde konuşurlarsa enkazdan kurtarılmayacaklarını düşünerek ses çıkarmayanlar, enkaz altında günlerce kurtarılmayı beklerken ses vere vere can verenler, bu ülkeye ve dünyaya herkesin ama herkesin duyması gereken ‘sesler’ bıraktılar. Bu sesler, istismara ses çıkaramayan çocukların, Emine Bulut’un kızının “anne ölme” feryadının, karanlık dehlizlerden imdadını duy(a)madığımız Konca Kuriş’in sesleri ile buluştu öfkemize karıştı.

Yaralarımızı dayanışmamızla saracağız, eşitliği koruyan yasalardan vazgeçmeyeceğiz.

#KaranlıktaKalmayacağız

Editör: Tuncer Kalaycı