Son yazımdan sonra araya hayli vakit girdi. Baktım sonbahar esintili romantizm kokulu yazılar çıkmaya başladı benden, en iyisi havaların soğumasını bekleyip öyle yazayım dedim. Soğuklar etkisini gösterdi ve ben artık aslıma dönebilirim. Kışla birlikte yaklaşan sadece soğuk havalar değil, kurulan adı iyi partiler ve yaklaşan CHP kongresi siyaset gündeminde yerinin aldı. Konuların ilki sosyal medyaya bakılırsa solcuları hayli ilgilendiriyor gibi görünse de, ben bunu “her konu ile ilgili fikir belirtme zorunluluğu” diyebileceğimiz başlangıç eğitimimizdeki yanlışlığa yorup, geçiyorum. Konu CHP ise haliyle aynı şeyi söylemek mümkün değil. Memleket sosyalisti için CHP mevzusu şarkıdaki gibi “varlığın bir dert, yokluğun yara”. Yazının girişini okuyup da Sakarya kongre sürecine dair kulis bilgileri gelecek heyecanına kapılan okur var ise hemen söyleyeyim, yazının kalanını okumayabilir. Maalesef sitenin editörleri bu tür çok okunma ihtimali olan yazılara sıcak bakmıyor. Çaresiz biz de az okunacak, sıkıcı yazılar yazmak durumunda kalıyoruz.

Konumuza dönersek, CHP’nin kongre süreci, CHP'nin kimler tarafından yönetileceği ve ne yapması gerektiği doğaldır ki üyelerini ilgilendiriyor. Bu konu üzerine ahkam kesmenin en azından benim için anlamı yok. Fakat bir tarafıyla da Sakarya’da solun toplumsallaşması ve bir iktidar alternatifi haline gelmesi, şehirde kendine solcuyum diyen herkesin ortak derdi. CHP’nin nasıl büyüyeceği sorusunun cevabını CHP’lilere bırakarak, ortak meselemiz olan solun şehirde nasıl toplumsallaşacağı üzerine birlikte düşünmeye devam etmeyi öneriyorum. Bu birlikte düşünme hali, CHP ve sosyalistlerin nasıl ilişki kuracağını gibi memleketimizde hayli meşakkatli olan bir konu üzerine de düşünsel mesai harcamamıza neden olacak ister istemez. Yazı bu düşünsel mesaiye mütevazi bir katkıda bulunur ise maksat hasıl olur diye düşünüyorum.

Bu yıl Ekim devriminin yüzüncü yılı. Ve tabi Sovyetler artık yok. Sovyetlerin çözülmesinden sonra dünyada artık savaşların bittiği, sınıfların kalmadığı, dünyanın huzur ve bolluğa doğru yol alacağı sözleri ise benim yaşımdaki herkesin dün gibi kulağında. Oysa daha 25 yıl geçmişken gerçek büyüyen eşitsizliklerin bölgesel savaşları arttırdığı, toplumsal eşitsizliğin ve yoksulluğun önlenemediği bir dünya. Sonuç, “tarihin sonu” tezlerinin hızla tarihin tozlu raflarında yerini alması. Tarihin bize öğrettiği şey ise haklı olmanın kazanmaya yetmediği.

Eşitsizliklerin varlığını koruması, dünyada herşeyin aynı kaldığı anlamına gelmiyor : Dünya değişiyor ve dünya değişirken mücadele yöntemleri ve araçları da ona bağlı olarak farklılaşıyor. Bu değişimle birlikte, uzun yıllardır kodları 2 kutuplu dünyaya göre belirlenmiş sosyal demokrat partiler de ciddi bir kriz yaşıyor. Fikriyatını kapitalizmin insanileştirilmesi ve sosyal devlet uygulamaları üzerine inşa etmiş sosyal demokrat partiler, devamının bizzat sosyal devletin yok olması ve çalışma koşullarının güvencesiz hale gelmesine bağlı olan neo-liberal dönemde nasıl var olacaklarının cevabını dünyanın her tarafında bulmaya çalışıyorlar. Başlangıçta Neo-liberal politikaları uygulamaya talip olan “yeni sol” stratejilerin, iktidara geldiklerinde toplumsal ihtiyaçlara cevap veremeyip, partilerin ciddi prestij kaybına neden olması, solda farklı arayışların ortaya çıkmasına neden oldu. Etkisini arttıran küresel kriz ve artan yabancı düşmanlığı radikal sağ partileri yükseltir ve merkez sağı daha da sağa çekerken, bir taraftan da kitlelerin desteğinin azaldığı, iktidardan uzak kalan geleneksel sosyal demokrat partiler dışında farklı sol oluşumlar meydana geldi. Kimi zaman farkı sol ve anti-kapitalist yapıların bir araya geldiği, kimi zaman geleneksel komünist partilerden kopan siyasi hareketin ana gövdesi olduğu, kimi zaman ise bizzat sosyal demokrat partideki ayrışmalardan kaynaklanan farklı örneklerin ortak özelliği, kısa sürede ciddi halk desteğine ulaşmaları oldu. O kadar ki Yunanistan’da Syriza örneğinde olduğu gibi iktidar dahi oldular. Yazının konusunu aşması nedeni ile neyi başarıp başaramadıklarına değinmeksizin, kitlelerin umudu haline gelmeleri açısından her bir deneyimi sol açısından gözlemlememiz ve üzerine düşünmemiz gerektiğini belirtmek istiyorum.

Sol arayışlar sadece geleneksel partiler dışındaki oluşumlarla gerçekleşmedi. Yakın zaman içinde iki ülkede kendilerini açıkça sosyalist olarak ifade eden isimlerin, ülkelerin en kitlesek sol partilerinde görünür olmasına şahit olduk. Önce Amerika’da seçimler öncesi hiç hesaba katılmayan Bernie Sanders ön seçimde demokratların adayı olabilmek için Clinton’u hayli zorladı. O kadar ki, Cumhuriyetçilerin kazandığı Amerikan seçimleri sonrası bölgelere göre oy tercihlerine bakan kimi yorumcular, eğer Sanders tercih edilse idi Demokratların başkanlığı kazanabileceğini ifade ettiler. Bir diğer gelişim ise İngiliz İşçi Partisinde yaşandı. Kimilerince Thatcher’ ın en büyük eseri olarak gösterilen Tony Blair ile “üçüncü yol” tezlerin sükse yaptığı ve sosyal demokrasinin ancak bu şekilde iktidar olabileceği fikrinin örneği olarak gösterilen İşçi Partisi'nin başına, bir Sosyalist milletvekili seçildi.

Kısaca hatırlayalım. Islington(kuzey Londra) milletvekili Corbyn kendisine hiç şans tanınmayan kongrede İşçi Partisinin genel başkanlığına seçildi. Gençlik dönemlerinden beri barış aktivisti kimliği ile tanınan, İngiltere’ nin dış politikasını sert biçimde eleştiren ve iktidar olurlar ise özelleştirilen 6 büyük kamu şirketini tekrar kamulaştıracağını açıkça ifade edecek kadar kamucu olan Corbyn’in başkan olması İngiliz basını tarafından tam bir felaket olarak yorumlandı. Kendi seçmeninin bile oy vermeyeceği ifade edilen ve İşçi Partisi için bir felaket olacağı yorumları yapılan Corbyn, Brexit sonrası Muhafazakar Partinin meclisteki sandalye sayısını arttırmak için yaptığı baskın seçimde ana akım medya ve anket şirketlerinin %25 tahminlerine karşılık bir öncesi seçimde %28 olan partisinin oylarını %40’a çıkardı. Seçimlere kısa süre kala yaşanan iki büyük terör saldırısının kendisi aleyhine olacağı yorumlarına karşılık kendisi tepkilerin ne olacağını düşünmeksizin, bu olanların İngiltere’nin yanlış ortadoğu politikalarının faturası olduğunu ifade etmekten çekinmedi. Yakın zamanda Türkiye’deki tutuklu gazetecilerin serbest bırakılma çağrısı ile de medyamızın gündemine gelen lider, partisini her geçen gün büyütüyor ve bu “demode” görüşleri ilginçtir genç nüfustan da ciddi destek alıyor. Bizde sosyal demokrat adaylar için temsil şartının “sağdan oy alacak” ve “kazanma ihtimali” olan aday olması gerekliliği düşünülünce, tüm bunlar kulağa tuhaf geliyor tabi.

Sanırım bu yazıyı yazmama neden olan da, bir süre önce Ergin Yıldızoğlu’nun Cumhuriyet’te yayımlanan makalesi oldu. Kendisi Corbyn’ in seçim zaferinde en etkili kurumlardan birinin Momentum hareketi olduğunu ifade ediyordu. Yıldızoğlu’ndan alıntılarsak “Momentum, 2015 yılında Corbyn’in İşçi Partisi başkanlığına seçilmesinde, partinin “sola dönmesinde”, partiye yeni üyeler getirerek, önemli bir rol oynayan bir grup sosyalist ve sendikacı tarafından 2015 yılında, bağımsız bir “taban/ kampanya örgütü” olarak kuruldu. Momentum 2016 yılında resmi üyelik sistemini benimsedi. Tüm üyelerinin aynı zamanda İşçi Partisi üyesi olması zorunluydu. Temmuz 2017 itibarıyla 27.000 üyesi, 200.000’den fazla destekçisi var.
Momentum’un çabalarıyla İşçi Partisi’nin üye sayısı, yeni katılan gençlerle, Blair döneminde, düş kırıklığı yaşayarak partiyi terk ettikten sonra şimdi geri gelen eski üyelerle, 600.000’e ulaştı; Corbyn, Blair’ci sağ kanadın, ulusal basının tüm karalama çabalarına karşın parti başkanlığı seçimini, ikinci kez, aldığı oy sayısını artırarak kazandı. Son genel seçimlerde, Momentum’un saha çalışmaları, taban faaliyeti İşçi Partisi’nin oyunun yüzde 40’a yükselmesinde belirleyici oldu.
İşçi Partisi ve sosyalist hareketin çeşitli kanatları, Momentum sayesinde bir araya geldiler, etkinlikleri canlandı, moralleri yükseldi. İşçi Partisi seçimleri kazanamamış olmasına karşın, seçimlerden bu yana Momentum 1300, İşçi partisi 33.000 yeni üye kazandı.[1]”

Momentum'un internet sitesinde, “Momentum neyi başardı?” başlığı altında yazılanlar, nasıl çalıştıklarına dair ipuçları veriyor. Yazıda değişen seçmen kayıt sistemi ile ilgili etkin bir kampanya yaptıklarını, parti içerisinde fikirlerini paylaşan aktivistlerin üst kurullara seçilmesini sağladıklarını, yerel ve ulusal konularda bir dizi tartışma gerçekleştirdiklerini, içinde kültür, sanat, müzik ve siyaset barındıran ve binlerce kişinin katıldığı festival niteliğinde 4 günlük büyük bir etkinlik düzenlediklerini, çocuklarının bakım sorunu nedeniyle siyasi olarak aktif olmak istediği halde aktif olamayan insanlar için ulusal çapta bir çocuk bakım organizasyonu oluşturduklarını, büyük bir özelleştirme karşıtı kampanyayı örgütlediklerini okuyorsunuz.

Sitelerine tıkladığınızda nasıl işlediklerini ve işleyiş kurallarını okuyabiliyor, temas kurabileceğiniz kendi bölgenizdeki oluşumları haritadan görebiliyor, bağış yapabiliyor, hatta hazırlanmış tişörtlerden satın alabiliyorsunuz. Bu yazıya konu olma sebebi ise size ne yapılması gerektiğini söylüyor değil birlikte nasıl yapabileceğini anlatıyor olması. Sitede gezindikçe hayır dönemindeki yaratıcı kampanyaları hatırlıyor insan ve bu kampanyaların devamını bir türlü getiremeyişimizi.

Konumuza dönersek, peşinen fikrimi ifade edeyim. Yıldızoğlu’nun da yazısının sonunda ifade ettiği gibi İngiltere’den farklı olarak sosyal demokrat hareketin sendikalarla ve işçi sınıfı ile olan güçlü bağının burada olmaması, sosyalistlerin geçmişten bu yana bağımsız örgütlenme geleneğinin varlığı ve bir dizi nedenden ötürü Momentum’un ülkemiz için uygun bir model olduğunu düşünmüyorum. Bununla beraber sosyalistlerin ana öbeklerinin büyük ölçüde kendi siyasi partilerini kurdukları, ülkenin güneydoğusundaki sol oyların bir başka parti ile temsil edildiği ve bağımsız kadın hareketinin kendi sözünü söylediği 90’larla birlikte CHP’nin kadro yapısının giderek zayıfladığını ve özellikle bizim gibi kentlerde buna dair bir çare bulunamadığını düşünüyorum. Genç ve dinamik kadro akışının cılız hale gelmesi ve parti üyelerinin ideolojik beslenme yetersizliğini aşmak için her ne kadar bulunmuş reçeteler yoksa da çözüm için kimi denemelerin yapılması kanımca zorunlu. Yoksa sürekli işlemediği ifade edilen gençlik kollarından şikayet etmek ve partinin kitlelerle buluşamaması nedeniyle sürekli aynı insanların görünür olması üzerine serzenişte bulunmak belli ki sorunları çözmüyor. Yeni insanlarla iletişim ve genç kadro akışını sağlamak için bildik modeller yetersiz kalıyor.

Konunun öteki yanı ise sosyalistleri ilgilendiriyor. Özellikle kitle bağının ve sol geleneğin zayıf olduğu illerde toplumsal mücadelenin nasıl büyüyeceği sorusu yakıcı biçimde varlığını koruyor -tabi böyle bir kaygısı olanlar için-. Bağımsız politik varlığı korumanın -kıymetinden bağımsız- tek başına sözün büyümesine yetmediği ortada. Üstelik hem sosyal demokratların hem de sosyalistlerin kapsayamadığı gidişattan rahatsız 10 binlerce insan şehirde yaşamaya devam ederken. Bu koşullarda şehirde yaşanan bir dizi problem etrafında bu yurttaşlarla nasıl bir araya gelinebileceği, dayanışma ilişkilerinin ve sol değerlerin nasıl gün be gün örülebileceği, emek örgütlerinin ve demokratik kitle örgütlerinin nasıl daha işler hale gelebileceği gibi sayısız başlıkta sosyal demokratların ve sosyalistlerin düşünmesi, düşünmekle kalmayıp kimi denemelerde bulunması gerekiyor. Bunun çaresinin ne CHP’nin hali nedeniyle kendine solcuyum diyenleri CHP dışına çağırmak, ne de kitle ile buluşmanın yegane koşulunun CHP içinde olmak gerektiğini sosyalistlere ifade etmek olmadığını bu kadar zaman sonunda öğrenmiş olmalıyız.

Peki iyi güzel söylüyorsun da bunları biz de biliyoruz, sen ne öneriyorsun? diyenler olabilir. Ben bu konuda dünyada ne olup bittiğine bakmakla yetinmeyip kendi küçük deneyimlerimiz üzerine çıkarımlar yapmak ve bunları büyütmek için denemeye devam etmek gerektiğini düşünüyorum. Hazır üzerinden çok da vakit geçmemişken referandumda yapabildiklerimiz ve yarım bıraktıklarımız ile başlayabiliriz. Ne diyordu Victor Hugo “Hiçbirşey zamanı gelmiş bir fikirden güçlü değildir.” Kimbilir belki de bizim zamanımız gelmiştir.

[1] http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/785231/Yeni_tur_bir_iliski.html