Bir önceki kamucu ekonomi yazısında bir paradigma değişikliğini önermiştim ve esas sorunun ne olmasını gerektiğini yazmıştım.
“…Çok uzatmadan dönelim ilk ‘kaynak nerede?’ sorusuna. İlk önce bu sorunun biçimini değiştireceğiz. Var olan kaynakları kimin lehine kullanacağız?” Doğru olan soru bu.
“Kamucu ekonomi anlayışında kaynakları nasıl dağıtacağız?” Bu soruya yanıt vermeden önce halihazırdaki iktidarın nasıl dağıttığına bakalım.
Aslında iki ayağı var:
1. Sermayeye
2. En alttakilere
Sermayeye dağıtılan teşviklerin hangi boyutlara geldiğini önceki yazımda belirtmiştim. Şimdi de en alttakilere gelelim.
Bu iktidarın kendi tabanının tutabilmek/ve yaratabilmek için yaptığı uygulamalardan birisi ise sosyal yardımlar.
Sosyal yardımlar genel olarak Sosyal Yardımlaşma Fonu’ndaki toplanan paraların en alttakilere dağıtılması diyebiliriz. Ancak bu fon Özal yıllarında kurulmasına rağmen (ilk adı Fakir Fukara Dayanışma Fonu) AKP iktidarına gelene kadar hiçbir zaman etkin bir şekilde yoksullar için kullanılmadı. Hatta AKP öncesi hükümetlerde yoksullaşmanın 2001 krizinde zirveye çıkmasına rağmen, ilgili fon sürekli olarak kamu borçluluğu için kullanıldı.
AKP iktidarının garip bir şekilde yukarıda sermayeye aşırı teşvik verirken aşağıda yaptığı şey ise bu fonu dağıtmaya başlaması oldu.
Sosyal yardımlar o kadar yaygın bir alana yayıldı ki, Türkiye’de 80 milyon nüfusun 1/3 en az bir kere bu yardımlardan faydalandı. Ayrıca yıllara sair istatistiklere baktığımızda 6,5-7 milyon kişinin neredeyse düzenli olarak bu yardımları aldığını görüyoruz.
Kamuoyunda kömür yardımı olarak bilenen bu yardımlar da kömür yardımları toplam yardımların yaklaşık yüzde 10’unu oluşturuyor. Okuyan çocuk yardımı, engelli bakım yardımı, gıda yardımı vb. kalemlerde 20’ye yakın yardım şekli bulunmakta.
Önce bunu bir kenara koyalım. Bunca yardımı alan insanın AKP iktidarının devamına yönelik eğilimi kuvvetli olacaktır. Bunun nedeni ise bu yardımlarının bir tanesi haricinin yasal bağlayıcılığının olmamasıdır.
Bir örnek verelim: “Çocuğumu ilkokula ücretsiz gönderiyorum. AKP iktidarını kaybederse gönderemem” duygusunu kimse yaşamıyordur. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana bu böyledir. (Niteliği ve gerçekten eğitim ücretsiz mi vs. yan tartışmaları bir köşeye bırakıyorum.)
Ancak sosyal yardım alan kesimler de kuşaktan kuşağa aktarılan böyle bir deneyim olmadığı için bunu AKP ile kaybedebilecekleri bir algı var. Maalesef bu algıyı muhalefette, “bir avuç kömür için oylarını satanlar” diliyle pekiştirmektedir.
2013 yılında epey detaylı yaptığım bir çalışmada ilginç sonuçlar çıkmıştı. Gelir dağılımında en alttaki yüzde 20’lik dilimin ortalama hane geliri 670 TL çıkarken, ortalama harcaması 840 TL çıkmıştı. Yani en yoksullar, en yoksul şekilde yaşamasına rağmen aylık 170 TL’ye ihtiyacı vardı. O yılın sosyal yardımları faydalanıcı sayısına böldüğümde de çıkan rakam hemen hemen aynıydı. Yani birçok insan için “sadaka” görünen tutarlar, o açığı kapatan bir katkıya dönüşüyor.
Yine 2018 yılında GSMH içinde, gelir dağılımının yüzde 20’lik dilimlerinin ne kadar pay aldıklarını kıyaslayan bir çalışmamda gördüğüm sonuç da benzer bir sonuç veriyordu.
Toplumun en üstteki yüzde 20’si ile en alttaki yüzde 20’si en fazla gelişmeyi göstermiş ve AKP yıllarında gelirleri 8,5 kat artmıştı. Bu verinin tek başına bir anlamı yok (enflasyon vs.den dolayı) ancak 2. ve 3. dilimdeki artış yaklaşık 6,5 kat düzeyinde çıkıyor. 4. Dilim ise 8 kat.
Yani AKP en zenginler ile en yoksullar lehine orta sınıfı göreceli daha yoksullaştırmıştı yıllar içerisinde. (orta sınıfı kolaylaştırıcı bir kavram olarak kullanıyorum aslında bu kesimin ağırlığı da emekçiler)
Elbette en zenginin 8,5 kat artması ile en yoksulun 8,5 kat artmasının sadece oransal anlamı var. Yoksa aralarındaki gelir farkını azaltıcı bir etkisi yok.
Arası sayılarla, oranlarla çok iyi olmayan okuyucular için daha da basitleştireyim… Orta sınıftan ÖTV ve matrah artışı enflasyonun altında bırakarak artan gelir vergisi (ücretlerden kesilen) artırılarak elde edilen 10 liralık artığın 1 lirası yoksula 9 lirası zengine gitmiş. Aralarındaki oransal fark azalmamış ama 10 lirası alınan orta sınıf daha da yoksullaşmış.
O zaman kamucu bir ekonomi için öncelikle bunları “kömür yardımı” olarak görmekten vazgeçeceğiz. Ama sorun şurada; bir mahalledeki en yoksul insan olsanız, tüm hanelere kömür dağıtımı yapılsa bile size bu yardımın yapılacağının bir garantisi yok.
Bunun nedeni ise yukarıda yazıldı. Bu 20’ye yakın yardımın sadece 1 tanesi bir yasal hak. Bir kısmı ise yarı yasal, bazı şartlar oluşmalı ki başvuru yapabilesiniz. Bazıları ise sadece ve sadece o ilçedeki sosyal yardımlaşma vakfında hazırlanan listelerde keyfi olarak adınızın olmasına bağlı.
Bu konuları çalışırken bir görsele rastlamıştım. Küçük bir ilçede kahvede camda bir yazı: “Kömür yardımları gelmiştir. AKP ilçe başkanlığına başvurunuz.” Sanırım en özet hali bu.
Öncelikle tüm sosyal yardımları yasal bir bağlayıcılığa sokmak lazım. Muhalefetin neredeyse sabah akşam bu konuda yasa önerisi vermesi gerekiyor. Ancak o zaman AKP gidince bunları kaybederim duygusundan kurtulabilir.
Ama bu palyatif bir çözüm daha kalıcı çözümler için önce bu garantiyi vermeli ve “bu cepte” demeli.
Daha sonraki çözüm ise elbette ki sürekli tartışılan ancak bir formülasyon ve teklife bir türlü kavuşturulamayan “Vatandaşlık Temel Gelir.” Yani herkesin sadece yurttaş olduğu için ülkede yaratılan refah artışından eşit bir şekilde pay almasını savunan bir anlayış.
Aslında yukarıda değindim sosyal yardımlaşma fonunun gelir kaynağı da benzer şekilde. Tüm Türkiye’de toplanan gelir vergisi tahsilatının yüzde 2,8’i bu fona gidiyor. Peki şirketlerden elde edilen vergiler ya da ÖTV’lerden neden kaynak aktarılmıyor? Ki toplanan gelir vergisi içerinde yıllar içinde ücretlilerin ödediği vergisinin payı 2/3’e yükselmişken. Yani yoksullar neden sadece ücretlilerin maaşlarıyla fonlanıyor? Ki bu denklemin ücretlileri nasıl göreceli olarak yoksullaştırdığına da yukarıda değinmiştim.
Daha da önemlisi bunun yasal zemine kavuşturulması. Zaten bu iki alanda gerekli düzenlemeler yapılınca temel gelirin ilk zeminini de yaratmış oluyoruz.
Ancak kamucu bir ekonominin gelecek yüzyılda bambaşka bir ayağı olacak gibi görünüyor. O zaman spekülatif bir soru ile yazıyı bitirip bu yazı dizisinde 3. yazıda tartışalım: “Ormanları sen ve ben neden yakıyoruz?”