-“Oğlun işe girip çalışacak. Neden burada fabrika yapılmasına karşı çıkıyorsun teyze?”
-“İşe girip çalışacak emi. Peki işten çıkardığınızda nereye gidecek? Şimdi köye yanıma geliyor, köy olmazsa nereye gelecek?”
İngiltere’de geçse, Ken Loach’un bir filminde replik olarak kullanacağından emin olabileceğiniz bu diyalog yakın zamanda, yanı başımızda Sakarya’da OSB yapılmak istenen köylerden birinde, köylü bir kadın ile OSB yapmak isteyen kişiler arasında geçiyor. Kapitalizmin gelişirken geleneksel dayanışma ağlarını nasıl tarumar ettiğini, işçi sınıfının proleterleşmesini ve kapitalizme dair daha bir sürü şeyi bu kısacık diyalogda görebilmeniz mümkün.
Son dönemde Sakarya’da artık sayısını takip etmekte zorlandığımız Organize Sanayi Bölgeleri (OSB), OSB inşaatları için gerekli taş-maden ocakları, daha önceden tarım alanı olup bugün artık şehir haline gelmiş bölgelerin su ihtiyacını karşılamak üzere planlanan barajlar; sadece doğal varlıkların ve tarım arazilerini koruma mücadelesinin ötesinde, bölgedeki sınıf oluşumuna etkileri ve değiştirdikleri açısından da incelenmeyi hak ediyor.
Wallerstein, sermaye birikiminin kapitalizmin tarihsel yol alışındaki rolünü incelediği “Tarihsel Kapitalizm” adlı eserinde, geleneksel aile yapılarının ve aile içindeki görünmeyen emeğin; sermaye biriktiriciler için siyasal emniyet freni olarak görüldüğünü ama doğaları gereği her şeyi metalaştırdıklarını anlatıyor. Wallerstein’ın kelimleriyle ifade edersek, “Sermaye biriktiriciler, proleterleşmeyi hızlandırmak istemek şöyle dursun, geciktirmeye çalışıyor. Ama aynı anda hem tek başlarına birer girişimci, hem de bir sınıfın mensupları olduklarından, kendi çıkarlarının çelişkileri nedeniyle tam olarak böyle davranamıyorlar.”
Sakarya bölgesine sermaye sahiplerinin yatırım tercihleri arasında buradaki işçi sınıfının geleneksel/kırsal bağlarının etkisi etkenlerden bir tanesi. Daha da açarsak bölgedeki işçi profilinin yıllık fındık gelirinden, köyden gelen tereyağı, pekmez, sütüne, çocuk bakımını üstlenen aile büyüklerinin ve akrabaların varlığından, işsizlik durumunda kalınabilecek bir köy ikametine kadar bir sürü nedenden ötürü daha az ücrete çalışmaya razı olması, yatırımcı için çok cazip… Sermaye doğası gereği hem bu işçi profili hep var olsun istiyor, hem de o kırsal alanı ortadan kaldırıyor, arsa haline getiriyor, geleneksel bağları ve dayanışmayı yok ediyor. Sakarya’da sayıları giderek artan ve son örneği Pamukova’da görülen işçi direnişlerine bir de bu açıdan bakmak ve yüzünü daha fazla buraya dönmek, şehirdeki sol için olmazsa olmaz bir zorunluluk haline gelmiş durumda.
Sadece bu kadar da değil. Topraklarını koruma mücadelelerinde başarılı olunan örneklerde destek için temas edenler bilir. Köylülerin ilk gündemi ‘toprakları koruduk ama ürün para etmiyor, şimdi ne yapacağız’dır. Dayanışma için oralarda olanlar “şu kooperatif nasıldır, organik tarım yapanlar ürünü daha pahalıya satıyorlarmış, acaba biz de yapabilir miyiz?” gibi sorularla karşılaşmışlardır. Eğer bu sorulara verilecek cevabınız yoksa, size vedalaşıp ezilenle dayanıştığınız için hissettiğiniz hoş duygu ve anlatacak kimi hikayelerle birlikte oradan uzaklaşmak düşer.
Böyle mi olmalı?
Haksızlık etmeyelim. Son dönemde bu konuda Hopa’dan, Ovacık’a çeşitli örneklerin görünür hale gelmeye başladığını görmezden gelemeyiz. Ama yine de 1970’li yıllarda ülkenin köylerini boydan boya kooperatiflerle örmüş bir sol’ un bu konuda çok daha fazlasını yapabiliyor olması gerektiğini ifade etmek sanırım abartı olmaz.
Hatta bir adım ötesine geçelim. Hem doğal varlıkların korunması, hem çevre kirliliği, köyden kente göç ve kenttekilerin sağlıklı gıdaya ulaşım hakkı konusunda nasıl bir model öngördüğümüz üzerine düşünmek, hatta yerel yönetimleri kazanmayı beklemeksizin denemeler yapmak zorunda olduğumuz kanaatindeyim.
Üzerine düşünmek için çok uzağa gitmemize gerek yok. Serdivan’ı örnek alalım. Şehrin merkezinde yer alan bir ilçede yaşayan yurttaşların bizzat ilçe sınırları içinde bu kadar verimli topraklar olduğu halde doğal/organik gıdaya ulaşamıyor olmasını, ya da ulaşabilmek için bir zincir marketin organik gıda bölümüne gidip kilometrelerce öteden gelmiş gıdaları satın almak zorunda olmasını anlayabilmek, hayata ancak “piyasa” gözüyle bakabilmekle mümkün…
Alım gücü olup da doğal gıdaya ancak market ya da kargo ile ürün siparişi vererek ulaşanlar, verimli topraklarda hibrit tohumlarla ürettikleri ürün - artan maliyetler ve yetersiz teşvik nedeniyle - para etmediğinden çocuklarını düşük ücretle şehrin öbür ucundaki fabrikada işe sokmaya çalışan köylüler, ücretinin yarısını daha yolda harcamak zorunda kalan bu köylülerin çocukları, kullanılan tarım ilaçları nedeniyle kirlenen Sapanca Gölü… Bunların hepsi 113 kilometrekarelik bir ilçede, Serdivan’da bulunuyor.
Söz konusu Serdivan değil de merkezden daha uzak bir ilçe ise bunlara bir de topraktan gelirini sağlayamadığı için başka yerlere yedek işgücü olarak göçmüş ve üç kuruşa, kalan topraklarını elden çıkarmaya hazır insanları da ekleyebilirsiniz.
Peki biz devletin ürüne destek, akaryakıta indirim vermesini talep etmek, toprakları için mücadele edenlerin yanında olmak dışında, bütün bu insanlara bir şey söylemek zorunda değil miyiz?
Serdivan dedik devam edelim. Bir üniversite ilçesi bahsettiğimiz ve öğrencilerin çoğunun barınma ve ulaşım sıkıntılarına ilçede yaşayan herkes şahit. Üniversite öğrencilerinin bir kısmının vaktini geçirdiği mekanların bizzat çalışanları yine o insanların okuyabilmek için çalışmak zorunda olan öğrenci arkadaşları. Devlet neo liberal yönelimi gereği öğrencilerin barınma sorununu özel yurtlara ya da barınanın kendi olarak var olmasının mümkün olmadığı cemaat ve benzeri kurumların yurtlarına çoktan terk etmiş durumda. Bu konuda, devletin öğrencilerin barınmasını sağlamasının sosyal görevi olduğunu söylemek ve anlatmak dışında yapılabilecek bir şey yok mu? Öğrencilerin barınma, ulaşım ve benzeri sıkıntılarında onlarla dayanışmanın bir başka yolunu bulamaz mıyız?
Hayal etmeye devam edelim. Serdivan’da geçimini sağlamak için güvenilir gıda üretimini sağlayan kırsal bölgeye, aynı ilçenin sakini olan öğrencilerin bir kısmı tatil dönemlerinde yardımcı olarak kış dönemi gıda ihtiyacının bir kısmını sağlayamaz mı? Bir kısmı belki ütopik bir kısmı da mümkün önerileri düşünmek ve denemek durumundayız. Söz gelimi öğrencilerin barınması konusunda devamı getirilemeyen kimi örneklerinde olduğunu duymuş biri olarak, bu örnekleri denemeye devam etmek, başarısız örnekler var ise nedenlerini bulmak ve paylaşmak bizim için bir zorunluluk.
Doğal felaketlerde hatta Gezi döneminde insanların hayatlarının konforundan ne tür fedakarlıklar yapabildiğini, ikinci konutlarını nasıl hiç tanımadıkları insanlar ile paylaştıklarını hatırlayarak bu topraklarda hala dayanışmanın önemli bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. Ve dayanışmanın kendisinin insana nasıl iyi geldiğini ısrarla hatırlamamız ve hatırlatmamız gerektiğini de.
21. Yüzyılda, reel sosyalizmlerin olmadığı bir dünyada ve özellikle Türkiye gibi bir ülkede “sol” önerilerinin ötesinde kimi denemeler yapmak durumunda. Kırsal kesimde yaşayan insanlarla da, sosyal yardımla ancak hayatını sürdürebilen kesimlerle de aramızdaki kültürel bariyeri aşmak için bu zorunlu. İnsanlara problemlerinin nedenini anlatmak kadar yaşamlarını sürdürebilecek dayanışma ağlarını oluşturmak ve daha iyi olan üzerine düşünmek ve imkanlar dahilinde hayata geçirmeye çalışmak gerekiyor.
Şehirde solun güç olabilmesi için yapılması gereken çoğu uzun yıllar öncesinden kalmış ezberlerden kurtulmak, değişeni gözlemlemek ve değişenin içindeki mağduriyetlere müdahale etmek. Unutmayalım ki insanlar fikirleri, sözcükleri dinlerler ama ancak kendileriyle birlikte sorunları için çaba gösteren insanlarla yürürler. Güçlü siyasal oluşumlar, partiler ise ancak sorunlarına sahip çıkan insanları bizzat kapsadığında umut olarak ortaya çıkar. Hem 1960’ları, hem de bugünü biraz da böyle düşünmek lazım. Bir sonraki yazı da 1960’lar ve bugünü karşılaştırarak devam etmeye çalışacağım. Dayanışmayla kalın.
* BEŞ SATIRLA
Annelerin ninnilerinden
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.
Nazım Hikmet- 1946