Yazı başlığı ilginizi çekti değil mi? Merak etmeyin Agatha Christie hikâyeleri kadar polisiye değil hikâye (bilgilendirici, yazıyı bilimsel gösterme çabası olan not: Yazarın tam adı “Agatha Mary Clarissa Miller Christie Mallowan”’ dır. İsminin uzunluğundan ya da sebebinden olsa gerek, aşk romanlarını takma ismiyle yazmış, bunun üzerine saatlerce konuşabilirim, hele ki parantez açtıysam kapatmak bilmiyorum ama konuya dönmeliyim)
Sene 1998, Haydarpaşa Numune Hastanesi Anestezi ve Reanimasyon Kliniğinde hemşireyim o zamanlar. Servisin adını da uzun yazdım ama halk arasında bilinen ismiyle yoğun bakım. Aramızda konuşulan ismi ise “imamdan önceki son durak” (yazarın komik olma çabası değil bu, Azrail’i görmüşlüğüm var benim. O başka hikâye konusu olur. Onda da Alfred Joseph Hitchcock’tan bahsederiz)
Servisimizde, otuzlu yaşlarda, çeşitli hastalıklardan organları iflas etmiş olan bir hasta yatmaktaydı. Hasta, genç ve kimsesiz olduğundan, hepimiz özel ilgi gösteriyorduk. Çabalarımız bir ay sonunda karşılık buldu ve hastanın bilinci açıldı ama hala solunum makinesine bağlıydı. Boğazında açılan delikten (uzun süre solunum makinesine bağlı kalmak zorunda olanlara boğazdan delik açılıp solunum makinesine bağlanır. Buna trakeotomi denilir. Bu hakikaten bilimsel not.)
İflas eden ve geri dönmesi pek mümkün olmayan organları yüzünden iyileşme şansı pek yoktu, belki özel bakım ile yaşam süresi uzatılabilirdi. 35 gündür serviste idi ama kimse hastayı arayıp sormamıştı. Hastanemizde olmayan, hastaya kullanılması gereken malzemeleri kimi zaman aramızda para toparlayıp, kimi zaman da diğer hasta yakınlarından rica edip tamamlamaya çalışıyorduk. Adamın bilinci açık olduğundan, bu çabamızı görüyor, başkasından hasta bezi istememizden de mahcup oluyordu. Boğazında delik olduğundan da sesi çıkmıyor, konuşamıyordu. Yazarak anlatıyordu meramını.
Nöbette olduğum bir gün, işaret ederek elindeki notu gösterdi bana. Kâğıda baktım.“Bu ablamın numarası arayın bana hasta bezi, muz ve tırnak makası getirsin” yazıyordu. Tamam diyebildim sadece. Şaşırmıştım. Kimsesiz sandığımız adam kimsesiz değildi. Kimsesiz bırakılmış ya da kendisi öyle tercih etmişti. Hayatta ihtiyaç duyulanlar aslında bu kadar basit idi. İstekler basit olsa da, derin bir çaresizliği gösteriyordu. Telefon edip ablasına durumu izah ettik. Hasta olduğundan haberdardı, isteklerini söyleyince “tamam ilgilenirim” dedi. Ertesi gün iki kişi geldiler. Üç kardeşmişler meğer. Yoğun bakıma ziyaret yasaktı ama hastanın özel durumu sebebiyle yanına aldık gelenleri. Bir süre sohbet etmelerine izin verildi. Kadın dediklerimizi almıştı. Dediklerimiz dışında ise hiçbir şey getirmemişti. Makyajını yapmayı ihmal etmemiş, giderken de pahalı parfümünün kokusunu bırakıp gitmişti. O günden sonra da bir daha görmedik onları. Bizim hastaların durumu hep kritik olduğundan kapıdan ayrılmazdı hasta yakınları. Hatta 10 yıl yoğun bakımda yatan hastamızın babası ısrarlara rağmen bir gün bile kapıdan ayrılmamıştı. Belki de buna alışık olduğumuzdan garipsedik durumu.
Bir kaç gün sonra, genç hastamızın kalbi durdu. Tüm uğraşlarımıza rağmen kurtaramadık onu. Yakınlarına da ulaşamadık. Biz cenazeyi her zaman yaptığımız gibi morga teslim ettik. Hastayı Salı günü kaybetmiştik. Benimde Cumartesi’ye kadar nöbetim yoktu. O güne kadar da servise hiç uğramadım.
Cumartesi akşamı, nöbete giderken, hastanenin önü ana baba gününe dönmüştü. Kapıdan girmek için bir gazeteci ordusunu yararak ilerledim. Önemli bir olay var herhalde diye düşündüm ama yoğun bakımda gayet izole olduğumuzdan, acildeki personele acıyarak servise çıktım. Nöbet bir koşuşturma içinde başladı. Bir adam fazla alkol almış ve 3. kattan düşmüştü. Her yerinde ayrı bir kanama vardı. Hastanedeki bütün doktorlar bir bir geliyordu. Kurtulma imkânı yoktu ama yine de çaba hat safhadaydı. Servis nöbetçi doktorumuz kapıda ağlayan annesine duygusal davranmış “teyze biraz toplasın hasta, sana göstereceğim onu üzülme” demişti. Ne toplaması, adamın sayılı saniyeleri kalmıştı sadece ve çok geçmeden kalbi durdu.
Bu hasta ile uğraşırken, acilin önündeki kalabalığın sebebini de öğrenmiştim. Bizim kimsesiz sandığımız hastanın, yoğun bakıma muz getirerek muhteşem bir vefa örneği gösteren kardeşleri, hasta salı günü ölmesine rağmen cumartesi günü hastaneye lütfetmişler. Ve morga cenazelerini almak için gittiklerinde cenazeyi orada bulamamışlar. Ne olduğunu anlamak yerine, ortalığı ayağa kaldırmış, tüm televizyonlara haber vermişlerdi. O zaman Müge Anlı yok, Seda Sayan da bu işlere merak salmamış ama ana haber bültenleri magazinden hallice olmaya başlamıştı. Hastanede hafta sonu olması sebebiyle yöneticiler yoktu. Nöbetçi başhekim yardımcısı da gazetecileri görünce sır olmuş uçmuştu. Bu durumu göğüslemek, gece nöbette olan doktor ve hemşirelere düşmüştü. Hali hazırda yaşayanları, yaşatmaya çalışmak yerine, ölmüş birinin cenazesinin nerde olduğunu bulmalıydık. O “vefalı” ve “acılı” kardeşe bir türlü laf anlatamıyorduk. Yarım saatte bir kapıya gelip hesap soruyor, aşağı inip gazetecilere röportaj veriyor, 10 dakika sonra tekrar yukarı gelip, aynı sözleri yineliyordu.
3. kattan düşen hastayı kaybetmiştik ve yakınlarına haber verememiştik ki yine geldi. Bu sefer bir de ben konuşayım diye gittim yanına. Adam, taze kan bulduğuna sevindiğinden olsa gerek, oldukça kibarca aynı sözleri sıralıyordu. Biz iç kapının önünde idik ama dış ve demir olan kapının önünde gazeteci kalabalığı gitgide artıyordu.
-Beyefendi, şimdi burada size yanıt verebilecek kimse yok, biz hasta vefat edince morga teslim ediyoruz. Yakınları da oradan teslim alıyorlar, daha önce bir hafta alınmayan cenaze olmadığı için hiç bilmiyorum. Kimsesizleri ne yapıyorlar. Belki belediye defnediyor olabilir. Pazartesi gelip yönetimden öğrenebilirsiniz ya da nöbetçi amiri bulmanız gerek.
-Sizinle ilgisi yok biliyorum hemşire hanım, bizim cenazemizi sattılar mı? Bağışladılar mı? Onu öğrenmeye çalışıyorum.
-Şimdi görüyorsunuz çok yoğunuz yeni hasta kaybettik müsaadenizle…
Dememe kalmadan dış kapı birden açıldı. Sese dönüp baktım, kapıdan üstümüze doğru savaşa gider gibi gazeteci ordusu geliyordu. Yüzümde patlayan flaşlar, far görmüş tavşana çevirse de beni çabuk toparlayıp, kapıyı kendime doğru çektim. O az önce tüm kibarlığı ile benimle konuşan adam sabah programı şovmeni gibi bağırmaya başladı.
-Siz beni ittiremezsiniz. Benimle bu şekilde konuşamazsınız. Hesap vereceksiniz. Bu işler o kadar kolay değil, saklanamazsınız…
Gören de organ mafyasını çökertti sanırdı adamı, sürekli slogan atıyordu.
Kapıyı kapatmayı başardığım için bütün gazeteci kafaları ve fotoğraf makineleri cama yapışıp kalmışlardı. Kameralar çıplak yatan hastaları ve bizi çekiyorlardı. Az önce vefat eden ve çarşafa sarılı mevtayı da üstelik. Onu niye çekiyorlar diye düşünüyor insan.
“İşte yeni satacak cesedi de hazırlamışlar diye mi?” vereceklerdi haberlerde.
Hastane güvenliği gelip, gazetecileri ikinci kapının oraya çıkarana kadar sürdü flaş patlamaları. Gitmelerinden fırsatla, doktorumuzda vefat eden hastanın yakınlarına haber vermeye çıktı. Bir büyük devirip, 3. kattan aşağı düşen, her yerinden kanama ile yoğun bakıma gelen hastayı, bir saat içinde kaybetmiştik. Gördüğüm en iyi ve temiz yürekli insanlardan olan doktorumuz, “yapılacak her şeyin yapıldığını ama işe yaramadığını” söylemeye çalışıyordu. Gazeteci görmüş Türk milletinin içine şovmen kaçıyor ya. O az önce doktorumuza yalvaran teyze de birden canavar kesildi. Ve “katil doktor, oğlumu sen öldürdün” diye bağırmaya başladı. Güvenlikler tarafından uzaklaştırılan gazeteciler bir kez de bu teyze için toplaştılar. Doktorumuz yorgunluktan bitkin olduğu halde “teyze bana neden öyle dedi, ben katil değilim, elimden geleni yaptım” diyerek nöbet sonuna kadar kendini perişan etti.
Sabah olduğunda bu unutulmaz nöbetin izlerini silmek için koşarak uyumaya gittim. Bir de mecburdum akşama yeniden nöbet vardı.
Ertesi gün ana haberlerin nerdeyse tamamında ilk haber olarak verildi bizim kaybolan ceset. “Flaş, flaş, flaş… Hastaneden ceset kayboldu sayın seyirciler. Bir cesede sahip çıkamadılar. Cenazesini günlerdir bulmaya çalışan acılı ailesine etmediğini komadılar. Açıklama yapmadıkları gibi kapıyı da suratına çarptılar” gibi bir sürü velvele ile verdiler haberi.
O kadar çekim yaptılar ya, haberin kısacık görüntüsü vardı sadece. Kapıyı yüzünde korku ifadesi ile “beyefendi lütfen” diyerek kapatan ben. Yani, tüm Türkiye’ye bütün olayın tek sorumlusu olarak gösterilen “lanet hemşire”. Ayrı illerde yaşayan akrabalar, bir bir annemi arayıp “Yeliz’i televizyonda gördük” demişlerdi. Annem korku ve panik içinde arayınca öğrendim ayrıntıları. Bir gün herkes 15 dakikalığına meşhur olacak sözünün bendeki sirayeti de ancak böyle olurdu zaten.
Kızgındım, bir sürü insana, ama en çok habercilere. Onlarca sorulacak soru varken bu hikâyede, haber böyle mi verilirdi?
Ben olayın birinci şahidi olduğum halde bir sürü soru geziniyordu kafamda;
O adam neden yalnızdı? Aylardır ölümle pençeleştiği halde neden kimse gelmemişti? Kendi mi tercih etmişti bunu? Kardeşlerin birbirinden bu kadar kopmasının sebebi neydi? Niye hastanın eksiklerini biz karşılamak zorunda kalmıştık? Hastanede yatan bir vatandaş neden mahcubiyet duygusuna ve çaresizliğe mahkûm bırakılmıştı? Sosyal devlet nereye kaybolmuştu? Başhekim yardımcısı ortadan kaybolarak hangi görevi yerine getirmişti? Bütün yükü çeken ve bedel ödeyen neden hep emekçi oluyordu? 2 ay hiç ilgilenmedikleri halde, canla başla mücadele vermiş gibi görünenlerin vicdanları rahat mıydı? Diğer adam 3.kattan nasıl düşmüştü? Annesi doktorumuza neden “katil” diye bağırmıştı? Ve adam neden o kadar içmişti?
Ne o, bunca soru varken sizde mi “Ceset Nerde” diye soruyorsunuz yoksa?